"Her şey nasıl oldu?, "Nasıl buraya geldik?", "Neden buradayız?" türevi cevabı henüz sadece teorilere dayanan varoluşsal sorular, tarih boyunca akılsal düşünen tüm insanları meşgul etmekle beraber, sinemanın ve sinema özelinde bilimkurgunun da temel başvuru kaynaklarından biri olmuştur. Uzay ile varoluşu en iyi şekilde harmanlayan ve günümüzde bilinirliği en yüksek sinema eseri hiç kuşkusuz Stanley Kubrick'in 2001: A Space Odyssey'idir. Uzayı merkeze taşımasa da, Kubrick'in izinden giden Steven Spielberg'ün Artificial Intelligence'ı (Yapay Zekâ) yine geniş kitlelere ulaşıp gündeme oturmayı bilmiştir.
HOMELAND: 4. Sezon Prömiyeri (İnceleme)
Homeland, yaratıcı-yapımcılarının eski dizisi 24’ten feyz alırcasına, her sene değişik eksenlerde ilerliyor, içinde bulunduğu ortamdan ötürü akla gelebilecek sürüyle hadise yaşanıyor ve dizinin seyri bir anda 180 derece dönüveriyor… Özellikle bu sezon, bu dönüşü fazlasıyla hissedeceğimiz kesin. Zirâ Nicholas Brody’nin yokluğunda kendine yepyeni bir sayfa açan Homeland, yine okyanus aşırı ülkelerden ikisi olan Afganistan ve Pakistan’a giderek seyirciyi bir kez daha peşinden sürüklüyor ve favori adamımızın sözde ölümünden sonra “tamam mı, devam mı” ikilemine cevap vermeyi hedefliyor...
66. PRIMETIME EMMY ÖDÜLLERİ (Analiz)
Eğri oturup doğru konuşalım: 2014, televizyon açısından oldukça ses getiren, harika bir yıl. Alana kazandırılan yapımların birkaç istisna dışında hepsi büyük yankı uyandırmakla beraber son yılların en iyi dizi sezonunu yaşattı, yaşatmaya devam ediyor... Bu bağlamda, 2013-14 sezonu baz alınarak verilen Primetime Emmy ödülleri, sahiplerini bu gece buluyor. Bana da, sizi adaylar konusunda bilgilendirmek ve kişisel tahminlerimi okumaya davet etme görevi düşüyor. Ancak dram kategorisi şahsi uzmanlık alanı olduğundan, yalnızca bir başlık altındaki kategorileri değerlendireceğim. Keyifli okumalar.
24: LIVE ANOTHER DAY: 1. Sezon 7. Bölüm (İnceleme)
Ani gelişen aksiliklere bayılıyorum, velev ki 24, bu işin ustası, galiba en çok bu yüzden seviyorum diziyi. Geçen hafta Simone’un anneyi öldürüp kızını elinden kaçırması ve kızı kovalarken Londra’nın meşhur iki katlı kırmızı otobüsü tarafından darbe yemesi, beklenmedik güzel bir sürprizdi, eminim tüm izleyiciler içlerinden derin bir oh çekmiştir…
EDGE OF TOMORROW (Eleştiri)
Mimik adı verilen uzaylılar, Avrupa’dan başlayıp dünyayı istilaya koyulunca karşılık vermek zorunda kalan ülkeler birleşip United Defense Force’u kurmuşlar, mekalar yaratıp askerlere giydirmişlerdir. Mekaların icadına dek savaşı kazanan Mimikler, püskürtülmeye başlanmıştır. Fransa’da düşmanı bitirmeye yönelik topyekûn bir saldırı kararı alan UDF, rütbesine rağmen hayatında bir kere bile savaş yüzü görmeyen, Mekaları pazarlayıp savaşa katılma propagandası yapan ekran yüzü Binbaşı Bill Cage’i (Tom Cruise) ön cepheye gönderecektir. Cage, bu durumu kabullenemeyince komutanını tehdit eder ve cezasını, gemide ‘kaçak’ sıfatıyla dolaşarak ve ertesi sabah öleceğini bilerek çeker. Fakat savaş alanında ölür ölmez, gemide uyanacaktır. Ölür, uyanır, ölür, uyanır, ölür, uyanır, ölür, uyanır… Bu sonsuz döngüyü yok etmenin tek yolunu, bir zamanlar kendisinde de aynı özelliği taşıyan ve yine Binbaşı Cage gibi reklam yüzü olan, ancak ondan farklı olarak kıdemli bir çavuş rütbesi taşıyan gerçek bir askerde, Rita’da (Emily Blunt) bulur. Binbaşı ve Çavuş, kısır döngüyü sonlandırmak adına Omega denen yapıyı yok etmek için birlikte çalışmaya başlar.
X-MEN: DAYS OF FUTURE PAST (Eleştiri)
X-Men, hem sinema hem çizgi roman
mecmuasında kendine ayrı bir yer edinmiştir. Bunun en temel sebebi ise homo
sapienlere oranla daha fazla mutasyon geçirmiş olarak doğan ‘mutant insanları’
merkezine taşıması, ve karakterlerini bitmek bilmeyen bir kimlik kargaşasına
sokmasıdır. Felsefe ile aksiyonu, dost ile düşmanı iyice harmanlayan serinin
ilk iki filmi, başyapıt yaftası yapıştırmaya az çok yetse de üçüncü film The
Last Stand ile büyük yara alınmış, X-Men çizgisinden çıkıp üç yıl sonra vizyona
giren X-Men Origins: Wolverine de yarayı derinleştirmişti tabiri caizse.
Denkleme yeni değişkenler eklenmedikçe X-Men yerinde sayıklamaya mahkumdu. Neyse
ki bu geniş evren yetim yerine konulamaz idi. Matthew Vaughn’ın First Class’ı,
seriye sil baştan bir başlangıç yapmak adına her gereksinimi karşılıyordu.
Geçen yılki revize edilmiş Wolverine’in ortalama performansının ardından, şimdi
X-Men 1 ve 2’den sorumlu deneyimli yönetmen Bryan Singer’ın tekrar koltuğuna
oturması ile Days of Future Past, gayet makul Türkçe adıyla Geçmiş Günler
Gelecek, bir yandan First Class’ın
izinden giderken bir yandan da Bryan Singer’ın stilize ettiği psiko-noir ruh
hâliyle boğuşuyor.
POMPEII (Eleştiri)
Dergilerden okuduğumuz, internette gördüğümüz, televizyonda defalarca seyrettiğimiz Napoli yakınlarındaki Pompeii şehrinde konumlanan Vezüv Dağı'nın patlaması M.S. 79'da vuku bulmuş ve binlerce insanın ölümüne sebep olarak birkaç kenti haritadan komple silmiş, İtalyan Yarımadası'na kalıcı zararlar vermiştir. Yanan evler, dağılan aileler, küle dönüşen insanlar... Doğal afet deyip kestirip atamayız, buna felaketten başka bir sıfat yakıştırılamaz. 3D'nin gelişmesiyle birlikte bu felaketi fırsata dönüştürmekte fazla gecikmeyen Hollywood sineması, felaketten 2000 yıl sonra Pompeii halkının son zamanlarını anlatan bir film ile karşımızda. Aslında Pompeii'nin neyi anlatmak istediği bile belli değil. Şöyle ki...
THE AMAZING SPIDER-MAN 2 (Eleştiri)
Sam Raimi'nin Spiderman'inden henüz sadece beş yıllık kısa bir zaman geçmesine karşın, uzun metraj sinema sahnesine kısmen beğeni toplayan 500 Days of Summer ile ayak basan Marc Webb'e verilen yeni Spider-Man projesi, adının başına "İnanılmaz" takısını getirerek 2012'de vizyona girmişti. Webb'in Spiderman'e herhangi açıdan yeni bir felsefi, fizikî, ruhî yaklaşım veya devrimsel tanımlamalar getirdiği söylenemez, tıpkı görevinde başarısız olduğu türevi söylemler gibi. 'Eski' üçlemeye nazaran birtakım değişiklikler beklediğimiz doğrudur, beklentiler de yükseklerdeydi. Nitekim Tobey Maguire'ın da sürekli ağlayıp zırlayan zevalinden gına gelmişti. Yeni üçlemenin başardığı ve hâlâ başarmaya devam ettiği en güzel şey, belki de ana kahramanın çok daha sempatik, şakacı, en önemlisi de çizgi romana yakın bir duruşa sahip olması. Bu konuda iyi iş çıkardılar. Diğer alanlarda ise radikal değişimler göremesek de The Amazing Spider-Man eğlenceliydi, aksiyon doluydu, orijin hikâyesine atıfta bulunmak açısından naçizane fırsat idi. Ardından gelen devam filmi ise, doğal olarak, daha geniş bir hikâye ve bilumum karakterler ile bezeli iddialı bir yapıt.
CAPTAIN AMERICA: THE WINTER SOLDIER (Eleştiri)
XXI. yüzyılda ağırlığını hissettiren ve geçtiğimiz son 5 yılda en parlak dönemine erişen süper kahraman temalı eserler, özellikle sinemanın katkısı sayesinde, günlük yaşantımızda kalıcı yer edindiler hiç şüphesiz ki. Geniş çaplı kitlelere hitap eden popüler kültür oyuncakları herkesin işine geliyor; seyircinin, sinemacının, okuyucunun, yazarın, en önemlisi de sermaye sahiplerine, yani kapitalizm için de kazan-kazan durumu. Kapitalizmin zararları yahut süper kahraman patlamasından uzun uzadıya bahsetmeyeceğim, o yüzden sade cümlelerle ifade ediyorum. Kabul edelim, artık öyle bir noktadayız ki para babaları bize soyulacak tavuk gözüyle bakıp ona göre hareket etmekten başlarını kaldırmıyor. Reklam aracılığıyla yüceltilen, bize sunulan ürünü alıyoruz. İşin garip yanı, çoğumuz haberdar mevz-u bahis kısır döngüden. Yine de alıyoruz, çünkü merak ediyoruz. Popülarite araçları karşısında iradesizlik içinde kapıldığımız merak duygusu, kapitalizmin yoğun çabaları neticesinde kafalarda çoktan şekillendi, nihai amaçlarına ulaştılar. Merak etmekten kendimizi alıkoyamayıp, sinema özelinde gidersek, ortada ne kadar şatafatlı, pohpohlanmış film varsa seyretme ihtiyacı duyuyoruz. Yapımcılar ve sözümona yönetmenler de pekâlâ farkındalar ki, kimi zaman megalomal esintilerle, filme hiçbir şey katmadan, ne senaryo, ne kurgu, ne oyunculuk; bütün desteklerini yapım şirketinden ve eserin adından alıp artık her CGI illetine razı gelen seyirciye kakalıyor. Buna en güzel örnek, yakın zamanda görücüye çıkan ve Kaptan Amerika ile kolayca bağdaştırabileceğimiz bir arkaplana sahip Thor: The Dark World veya Iron Man 3 olarak verilebilir. Tamamen boş bir 'sinema' eserinin ne kadar kişi çekebildiğini, ne kadar büyük miktarda para kaldırabildiğine hepimiz şahit olduk... Her şeye rağmen, bazen öyle filmler çıkıveriyor ki, süper kahraman konvansiyonelinden defalarca nasibini alanları bile şaşkına uğratmayı başarıyor; misal, Captan America: The Winter Soldier.
GAME OF THRONES: 4. Sezon 1. Bölüm (İnceleme)
Neredeyse bir yıllık aradan sonra, nihayet Westeros'un entrika, savaş, ölüm, politika dolu fantastik dünyasına geri dönüyoruz. Geçen sezonun sonuna doğru, çok hazin bir hadise yaşanmıştı hatırlarsanız. Kırmızı Düğün adıyla hafızalara kazınan bölümde Stark Hanesi, Lannisterlar tarafından, Freyler aracılığıyla adeta soykırıma tabii tutulmuştu; himayesindekilerin "Kuzeyin Kralı" lakabıyla hitap ettiği Robb ve annesi Catelyn başta olmak üzere nice Stark üyeleri öldürülmüş, cesetleri de ya hanenin simgesi olan kurtla birleştirilmiş ya da nehre atılmıştı. Katliamın hemen ardından gelen, Daenarys'in solo bölümü sayılabilecek sezon finaliyle bile, hâlâ olayın şokunu atlatamamış biz seyirciler, yeni sezonu iple çekerken, diğer yandan lânet ediyorduk. Dizi elbette burada bitecek değildi. Game of Thrones, son on yılın en çok izlenen ilk üç TV yapımından biri, getirisi tahmin edebildiğinizden çok daha fazla. Üstelik, kitapların yazarı George R.R. Martin, karakterlerini öldürmeyi seviyor, malum, bunu yaparken, okurlarının düşüncelerini arka plana attığı da görülmüyor değil. En büyük dileğimiz, 66 yaşındaki yazarın, serinin sonunu getirmeden hayata gözlerini yummaması...
A HISTORY OF VIOLENCE (Eleştiri)
Küçük bir kasabadaki kahve dükkânında çalışan Tom Stall, gece dükkânı kapatıp eve gitmeye koyulurken iki adam gelir. Adamlar üstü kapalı konuşur, olanlardan anlam çıkaramayan Tom'un suskunluğu karşısında silahlarını çeker, yanda oturan kadına niyetlerini belli etmek adına çirkin şeyler yapacakları esnada Tom, boşluktan faydalanır ve kendisine silah doğrultanları etkisiz hâle getirir. Ardından, şehirde kahraman ilan edilir, televizyona çıkar, gazeteye manşet olur, muhabirler peşini bırakmaz. Bu olaydan birkaç gün sonra yine birkaç adam gelir ve ona "Joey" şeklinde hitap ederler, tehdit edip ayrılırlar. Bundan sonrası ise, bildiğimiz Hitchcock -Cronenberg karışımı, ardı arkası kesilmeyen, dudak uçuklatıcı gizem...
THE WALKING DEAD: 4. Sezon (İnceleme)
(Spoiler içerir)
Aslında The Walking Dead, 2004'te, ilk çıktığı yıllarda -tabiri caizse- kimsenin umrunda olmadığı, hatta zombi saçmalığı diye kötülediği, yüzüne bakmadığı bir çizgi roman serisidir. AMC'nin, dizi haklarını resmen satın aldığını, çizgi romanı TV'ye aktaracağını duyurduğu 4-5 sene öncesine kadar anca kendi çapında bir kitle edinmişti seri. Öyle ki koskoca AMC bile, dizinin fazla seyirci çekmeyeceğini düşünerek, yüksek maliyetten de biraz tasarruf etmek, riske girmemek adına sadece 6 bölümlük bir pilot sezonu ayarlamıştı. Ancak TV'de, ekran başına geçtiği ilk dönemde reyting canavarına dönüşüverdi ve kısa zamanda dünyanın en popüler seyirliği oluverdi. Başarının asıl sırrı, zombilerin popüler kültürde göz ardı edilmeyecek yükselişte olmaları ve böyle bir projenin televizyonda ilk kez denenmesi (eminim ki TWD yerine en dandik zombili yapım bile ilgileri üzerine çekebilirdi o günlerde, hâlen de işe yarayabilir). İkinci nedeni ise deneyimli, öngörülü yapımcılarla, senaristlerle çalışılmış olmasının getirdiği avantaj; çizgi romanı diziye adapte etmek pek kolay değil hâliyle. Son olarak, AMC'nin okyanus aşırı ülkelere kadar yaymayı başardığı reklam politikasını da unutmayalım.
DA VINCI'S DEMONS: 2. Sezon 2. Bölüm (İnceleme)
Da Vinci's Demons'ın geçen haftaki finali için sürpriz, şaşırtıcı veya "gelecek haftayı iple çekmenize neden olacak" türden sıfatların herhângi biri yakışık kalmazdı; Lorenzo'nun ne kadar aksi olduğunu ve Da Vinci'nin ne zaman hayata gözlerini yumduğunu tarih kitaplarından biliyoruz. Dolayısıyla ilk yarısı hızlı, tempolu, isyanlı geçerken ikinci yarı ivmenin fren yaptığı ikinci sezon prömiyerinden hemen sonra, bu hafta gelen yeni bölümü delice beklememiz için pek sebep yoktu, eminim ki -eğer haftada 3-4 dizi izleyen biriyseniz- diğer diziler arasında unuttuğunuz bazı yerleri de çıkıvermiştir. Gelgelelim ki her yeni Da Vinci's Demons bölümünde aynı güzel hadiseyi yaşıyoruz: 1 hafta ara verdiğimiz hikâyeye, olaylara, kişilere, Floransa'ya, Rönesans döneminin başlarına geri dönüyoruz, üstelik ilk dakikadan itibaren. Yazarları bu konuda tebrik etmemek elde değil. Evet, ikinci yarıda tıkandıkları oluyor birçok bölümde, fakat seyirciyi, jenerikten hemen sonrası için gelecek dakikalara hazır konuma getirip hikâyeye çabucak adapte olmasını sağlıyor.
THE SECRET LIFE OF WALTER MITTY (Eleştiri)
Yönetmen koltuğunda Ben Stiller'ın oturduğu, James Thurber'ın kısa hikâyesi baz alınan The Secret Life of Walter Mitty, sürekli hayallere dalıp gerçek ile fantezi arasında gidip gelmekte olan 42 yaşındaki bir LIFE dergisi çalışanının, derginin son sayısının kapağı için gerekli olan 25. fotoğraf karesini bulmak amacıyla, dünyayı gezen ve nerede olduğu kimsenin bilmediği, fotoğrafçı ortağının yanına seyahatini konu ediniyor. Elbette böyle yüzeysel bir senaryo ile karşılaşmıyoruz. Walter Mitty sessiz, içine kapanık, asosyal ve pısırık biri; ancak geçirdiği serüvenden sonra, tahmin edebileceğiniz üzere, büyük değişim geçirecek, özgüveni yerine gelecektir.
BLACK SAILS: 1. Sezon (İnceleme)
(Spoiler geçen yerler belirtilmiştir)
Kâtil, suç, cinayet, politika, soap opera, melodram, "Amerikan" komedisi, üçüncü sınıf bilimkurgu ve artık yaşlanmaya başlamış The Walking Dead ile Game of Thrones'dan gına geldiğini itiraf etmeliyiz. Esefle söylemek gerekir ki televizyonda, sinemanın aksine, tür bakımından pek yenilik göremiyoruz. Farklı olduğunu iddia eden yapımların büyük çoğunluğu şablonlardan, ucuz numaralardan, klişelerden kurtulamıyor; bir süre sonra sıkıyor, seyirciler yuhalıyor, eleştirmenler yerin dibine sokuyor, ve en nihayetinde iptal ediliyor. Dolayısıyla bu şartlar altında korsanlık temasını ön plana çıkaran, özellikle de bu dizinin seks unsurunu aşırı kullanan bir kanal olan Starz'da yayınlanacağının haberini aldığımız vakit, az çok dizi seyreden bir vatandaşın heyecanlanması bakımından herhangi bir sebep mevcut değil idi... Buraya kadar yazdıklarımı okuduğunuza göre aklınızda şekillenen soru şu olmalı: Black Sails gerçekten izlemeye değer, diğerlerinden sıyrılan, iyi bir dizi mi? İşte bu sorunun yanıtını az sonra bulacaksınız...
ZAMANDA YOLCULUK TEMALI FİLMLER (Dosya)
Aylar evvelki Back to the Future eleştirimde belirttiğim gibi zamanda yolculuk, ilk bakışta herkesin rahatlıkla arzulayacağı bir doğaüstü araç olurdu. Dilediğiniz güne, yıla, çağa gitmek elbette daima cazip gelecektir insanoğluna. Ancak böyle bir durum çok ciddi riskleri ve içinden çıkılamaz paradoksları da beraberinde getirir. Bu nedenle Back to the Future'ı ayrı bir yere koyarım. Çünkü etrafında durduğu konu gerçekten enteresan, konuyu işleme biçimiyle de sinemanın efsaneleri arasına adını kazıttı zaten. 20'li yaşlarındaki gencin 30 yıl geriye gidip annesini "yanlışlıkla" baştan çıkarması...
Zamanda yolculuk filmleri BttF ile sınırlı kalmıyor, kalamaz. Zemeckis-Spielberg ne kadar diğerlerinden ayrıksı bir çalışma sergilemiş olsalar da, ondan önce de bu tür filmler vardı, sonra da. Bu dosyada ise en önemlilerini ve bilgim dahilinde olanlarını tanıttım. İyi okumalar.
DA VINCI'S DEMONS: 2. Sezon 1. Bölüm (İnceleme)
Starz'ın son yıllarda Spartacus'den sonra ortaya çıkardığı ilk diziydi Da Vinci's Demons. Dizi, adından anlaşılacağı üzere büyük dehâ Leonardo da Vinci'nin gençliğini bize anlatıyordu. Henüz 25 yaşındayken farklı fikirlerin doğup gelişemediği, baskı altındaki dejenere topluma, dogma yanlışlıklara, katı din anlayışına, din maskesi altında saklanıp hem kralları hem de masum insanları ağına düşürüp kukla misali oynatan sahtekârlara, zorbalara, otoriteye, düzene, dünyaya, "şeytanlara" meydan okuyan, doğaüstü zekâya sahip ayrıksı bir gayrımeşru sanatçının, Floransa sokaklarındaki zorlu mu zorlu yaşantısını, tarihsel gerçeklerle beraber Mithras'ın Oğulları ve Yapraklar Kitabı başta olmak üzere mistik öğelerle bezeli bir biçimde geçtiğimiz sene 8 bölüm hâlinde seyretme fırsatımız oldu. Bütün kitaplarda yüzü kırışık, sakallı, ihtiyar portresiyle tanıdığımız Da Vinci, ilaç gibi geldi biz izleyicilere. Sezonun ilk yarısı inişli-çıkışlı, zaman zaman sıkıcı dakikalarla geçse de, son bölümlerde müthiş bir momentum kazanmayı bildi (burada Vlad Tepeş'li bölümün altını çizerim, geçirdiğim en iyi 60 dakikalardan biriydi.) ve merak körükleyici bir cliffhanger ile sezonu kapatmıştı.
SAVING MR. BANKS (Eleştiri)
Bir zamanların en ünlü çocuk romanı konumundaki Mary Poppins'in yazarı Pamela Travers (Emma Thompson), maddi bakımdan zor durumdadır. İçinde bulunduğu hâlden kurtulmanın tek yolu, Walt Disney (Tom Hanks)'nin 20 yıldır her sene tekrarladığı teklifi kabul edip Poppins'in film haklarını Disney'ye satmaktan geçer. Gönlü razı olmasa da Pamela çaresizdir ve nihayetinde Amerika'ya gelir, danışman senarist olarak senaryo ekibine katılır. Ne var ki, P.L. Travers halk içinde "huysuz" olarak nitelendirebileceğimiz biridir zirâ lafını asla esirgemez, aklından geçenleri doğrudan dışarı vurur, insanları kâh isteyerek kâh istemeyerek rencide eder. Walt Disney'nin, Mary Poppins'i "aptal" çocuk filmlerinden birine dönüştüreceği korkusundan dolayı herkese kendi kurallarını kabul ettirir...
FILTH (Eleştiri)
Filth, ünlü İskoç yazar Irvine Welsh'in yazdığı psikolojik romanlardan biri. Kitabın orijinal ismiyle sinemaya uyarlanan film, bir polisin terfi etmek için gerçekleştirdiği eylemleri, göze aldığı riskleri ve ruhsal tahlilini anlatmayı kendine görev biçiyor. Bruce Robertson (James McAvoy) seks ve uyuşturucu bağımlısı, alkolik, yozlaşmış, aynı zamanda sık sık halüsinasyon gören, kişilik bozukluğundan muzdarip, rahatsız, sevilmeyen bir polistir. Terfi fırsatı karşısına çıkınca Bruce, yaşamının en sancılı dönemini geçirir. Biz seyircilerden ise, tam bu dönemde, bu kirli polisin hikâyesine tanık olmamız isteniyor.
THE RAID: REDEMPTION (Eleştiri)
Baştan sona vurdulu-kırdılı filmler çekmek, sinema literatüründe son yılların en gereksiz fikirleri arasında görülüyor. Özellikle 1980'lerde bu tür filmlere doyan seyirci, doğal olarak, artık herhangi bir senaryodan noksan, beyinsiz filmler görmeye tahammül edemiyor. Bu bağlamda salt dövüş filmi yapmak zor -hatta riskli- denebilir. Zirâ hiçbir film iki saat sadece kavgayla yürümez. Ancak The Raid: Redemption misali istisnaî filmlerde bu durum tersine dönüyor. Çünkü, sinemadan az çok anlayan biri, genel seyircinin az çok ne izlemek istediğini tahmin edebilir. Filmografisine baktığımızda sinemaya iki gereksiz eser kazandırdığını gördüğümüz Evans, çektiği birbirine benzer türdeki filmlerden dersini almış ki, The Raid: Redemption ile kefaretini ödüyor.
OUT OF THE FURNACE (Eleştiri)
Yaşı 60'a dayanmış, popülaritesini kaybetmiş, yavaş yavaş solmakta olan bir Country müzisyeni Bad Blake'i konu edinen Crazy Heart ile karşımıza çıktı Scott Cooper. Film genel anlamda beğenildi; hem teknik hem senaryo bakımından ortalamanın üstünde, hoş bir aile filmi ile karşılaştık. Aynı zamanda Jeff Bridges da Crazy Heart'dan nasibini aldı ve dört adaylıktan sonra ilk Oscar'ını kazandı...
HER (Eleştiri)
Özel siparişler üzerine mektup yazan şirket çalışanı Theodore, günlerden bir gün, Element Yazılım'ın "ilk yapay zekâlı işletim sistemi"ni tanıtan reklamla karşılaşır. Hemen sonraki sahnede Theodore'un işletim sistemini alıp kurduğunu görürüz. İlk diyaloglarındaki sohbet ve filmin konusu itibariyle -bariz bir şekilde- ikilinin gelecek dakikalarda ilişkiyi ilerleteceğini anlıyoruz.
NEBRASKA (Eleştiri)
Alzheimer, bunak, alkolik ama iyi niyetli, biraz da saf, 80'li yaşlarında Woody Grant (Bruce Dern)'in evine bir yazı gelir: "1 Milyon Dolar Kazandınız!" Posta idaresine güvenmediğinden, iki evlat sahibi yaşlı adam, parayı almak için Montana'dan Nebraska'ya gidecektir. Tabii ki bu uzun yolculuğa karısı ve çocukları izin vermez çünkü adamdaki yazının, insanlara dergi aboneliği kakalamak için herkese gönderdikleri kâğıt parçasından ibaret olduğunu düşünürler. Fakat Woody, yıllar önce arkadaşına "ödünç verdiği" kompresörü ve her zaman hayalini kurduğu kamyoneti satın almak için nihayet başına devlet kuşu konduğunu iddia eder, gitmeyi kafasına koymuştur. Ailenin iki numarası David (Will Forte) de durumu anlayıp onu Lincoln, Nebraska'ya götürmeyi kabul etmiştir. Fakat bir şartı vardır: Babasının çocukluğunun geçtiği, aynı zamanda çoğu akrabalarının ve çocukluk arkadaşlarının bulunduğu kasabada mola vereceklerdir...
THOR: THE DARK WORLD (Eleştiri)
The Avengers başta olmak üzere tüm Marvel yapıtlarının yüz milyonlarca dolar hasılat yapmasıyla berâber, ikinci bir Thor filmi çekmek farz olmuştu. Sinemadan az çok anlayan biri için yeni Thor filminin kulağa son derece riskli geldiği su götürmez bir gerçek. Hâli hazırda stüdyo mahsulü son iki yapım 1 milyar dolar barajını aşmışken, "para için film" düşüncesiyle harekete geçilmesi riski fazlaydı ki bu durum sadece Marvel süper kahramanlarına has bir şey değil; hemen hemen her seri için geçerli. Ne yazık bize ki, "Karanlık Dünyâ" takısı verilen kaslı tanrı Thor: The Dark World, hem ortalamaya hem ilk filme göre büyük hayal kırıklığı.
THE WOLF OF WALL STREET (Eleştiri)
New York'un Manhattan adasında konumlanan ve dünyânın önde gelen finans kuruluşlarına, iş yerlerine ve gazetelere ev sahipliği yapmakla bilinen Wall Street'in aynı zamanda yolsuzlukların, kara para aklamanın, vergi kaçırmanın, hisse manipülasyonun en baba mekânı olduğu, şüphesiz gün gibi ortada. Amerika Birleşik Devletleri'nin, dolayısıyla tüm dünyânın ekonomik bel kemiği poziyonundaki caddenin tarihini uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Bildiğimiz "takım elbiseliler" yuvası. Bizi -ve elbette Martin Scorsese'yi de- ilgilendiren konu, 80'lerin sonunda ve 90'ların başında fırtına gibi esen Jordan Belfort'un hikâyesi. New York'da doğup büyüyen, muhasebeci annesi-babası tarafından yetiştirilen, orta sınıfa mensup bir aileden gelen 22 yaşındaki Jordan Ross Belfort'un amacı harcayamayacağı kadar fazla miktarda para kazanmaktır. Bu amaç uğruna, Wall Street'te bulunan büyük kuruluşlardan birinde, L.F. Rotschild'de broker, yâni komisyoncu olarak işe başlar. Kara Pazartesi adıyla tarihe geçen, borsanın bir günde aşırı değer yitirmesiyle berâber Rotschild iflâs eder, Belfort işsiz kalır. Neyse ki Belfort için bu işsizlik durumu fazla sürmez zirâ büyük şirkette deneyimli adamlarla birlikte genç yaşta mesleğe giriş yapmıştır. Rotschild'e kıyasla devede kulak kalan, Türkçe'ye "değersiz hisse" olarak çevrilen penny stock'ları küçük şirketlere ve aracılara kakalayan yeni bir şirkete girer ve burada hayatının kararını verir: Değersiz hisseleri değerinden yukarılarda gösterip (finansal manipülasyon) müşteriden daha fazla para koparmayı vizyon edinen, kendine ait bir şirket (Stratton Oakmunt) kurar. Tahmin edebileceğiniz üzere şirket büyür, genişler, haber olur, gazeteye çıkar, halk arasında yayılır. Tüm bunlar olurken Belfort ve arkadaşları da paraya para demezler; partiler, kadınlar, uyuşturucular, yatıştırıcılar... Ta ki, FBI devreye girene dek.
I, FRANKENSTEIN (Eleştiri)
Ünlü İngiliz yazar Mary Shelley'nin eseri olan Frankenstein, edebiyatta geniş yankı uyandıran bir gerilim romanıdır. Daha sonraları eseri için "O zamanlar genç bir kız olan ben, böyle korkunç bir fikri nasıl da bulup geliştirdim?" sözlerini sarf eden Shelley bile, belki de karakterinin bu kadar yayılacağını ve birçok farklı bakış açısıyla ele alınacağını tahmin etmemiştir. Literatürde çeşitli şekillerde karşımıza çıkan yaratık, tekrardan beyazperdelerde, Aaron Eckhart'ın önderlik ettiği oyuncu kadrosuyla birlikte...
THE FIFTH ESTATE (Eleştiri)
En kaba tabiriyle WikiLeaks, kendilerine "sızıntıları" ulaştıran muhbirlerinin güvenliğini ön plânda tutarak, ABD başta olmak üzere ülkelerin kirli çamaşırlarını ortaya çıkaran, gönüllü katılımcılardan oluşan bir internet organizasyonu. Yayına hâlâ devam etmekte olan İsveç merkezli site, 2006'dan beri faaliyet gösteriyor. Şüphesiz ki WikiLeaks'i dünya çapında büyük üne kavuşturan olay, ABD'nin Afganistan'ı işgâli sırasında tuttuğu belgeleri yayınlaması ve aradan birkaç ay geçtikten sonra er Bradley Manning aracılığıyla 250.000 diplomatik belgenin ele geçirilmesiydi. Sitenin kurucusu ve editörü Julian Assange, bu olayın ardından İsveç hükümeti tarafından "cinsel taciz" ile suçlanmıştı...
JACK RYAN: SHADOW RECRUIT (Eleştiri)
Geçtiğimiz aylarda vefat eden, ülkesi için onlarca siyasi, politik, macera , ajan kitapları yazan, eserlerinin hemen hepsinde Amerika'yı yücelten, Amerikan propagandasına sıkça başvuran, Sovyetler'i, Çin'i, Ortadoğu devletlerini düşman; Batılı devletleri dost olarak gösteren, askerî ve politik konularda da bilgili, muhafazakâr, eserleri birçok filme ve video oyununa adapte edilmiş yazar Tom Clancy'nin, daha önce Alec Baldwin, Harrison Ford ve Ben Affleck tarafından canlandırılan ölümsüz karakteri Jack Ryan'ı anlatan sinema yapıtlarının sonuncusu Shadow Recruit, Kenneth Branagh yönetiminde beyazperdelerde. Film, Londra'da bir ekonomi okulunda okuyan öğrencinin, Dünyâ Ticaret Merkezi'ne yapılan saldırıyı okul kampüsündeki televizyonda gördükten sonra denizcilere katılıp ülkesi için faydalı işler yapmak isteyen bir gencin etrafında şekilleniyor. Jack Ryan (Chris Pine), orduya katılır katılmasına, ancak birkaç ay sonra Afganistan'da helikopterde giderken bazukanın helikopteri vurması sonucu ağır yaralanır. Fizik tedavi esnasında, gelecekte eşi olacak doktor Cathy (Keira Knightley) ile yakınlık kurar. Aynı zamanda Ryan, CIA yetkilisi Thomas Harper (Kevin Costner)'ın da dikkatini çekmeyi başarmıştır. En nihayetinde Harper, CIA adına Jack Ryan'ı işe alır. Aradan 10 yıl geçer. Jack Ryan, Rusya ile derin ortaklıklara sahip bir finans şirketinde analist olarak, Wall Street'te çalışmaktadır. ABD ile Rusya'nın boru hattı üzerinde inatlaşmasıyla iki süper gücün aralarının açılmasının gündemde olduğu ve doların gittikçe yükseldiği günlerde Jack, çalıştığı şirketin ortaklarından birinin, Viktor Cherevin (Kenneth Branagh)'ın elinde yüklü miktarda dolar bulundurduğunu öğrenir. Daha derin araştırmalar yapar. Sonunda anlar ki, ABD'nin ekonomisini batıracak, ülkeye ikinci büyük buhranı getirecek bir Rusya komplosunun eli kulağındadır. Victor'ın mâlî kayıtlarını incelemek amacıyla Moskova'ya uçan Jack Ryan, artık analist kimliğinde değildir.
DALLAS BUYERS CLUB (Eleştiri)
Modern çağın vebası olarak adlandırılan AIDS, 1980'lerde insanları etkisi altına aldığında, hemen herkes bu hastalığı kapanlardan uzak duruyordu. Bildiğiniz gibi HIV, nefes yoluyla bulaşan bir virüs değil. Bu bakımdan doktorların bile hasta odasına girdiğinde ağzını kapatmasını toplumsal bir yanlış algılama olarak değerlendirebiliriz ama biraz düşününce, hak vermek lâzım. Zirâ AIDS, ilk defâ eşcinsellerde ve ortak şırıngalardan beslenen uyuşturucu müptelalarının hücrelerinde belirmişti. Hâl böyleyken, insan ister istemez kendini korumak ister. Artan ölümlere çare bulmak amacıyla FDA (sağlık bakanlığına bağlı bir kurum), AZT adlı ilacı onaylar ve hastanelere deneme amaçlı gönderir. Gel gör ki AZT yararlı olduğu kadar zararlıdır da. Yan etkilerinin aşırılığı ve normal bir bireyde 500 ila 1500 tane arasında bulunması gereken T hücrelerini düşürdüğü iddia edilmektedir. Ayrıca ilâcı alanların neredeyse tamamı 6 ay içinde ölmüştür.
12 YEARS A SLAVE (Eleştiri)
Steve McQueen, Hunger (2008) ve Shame (2011) ile hem bireysel hem toplumsal hayatın acı yönlerini konu almış; teknik açıdan kusursuz, akılda kalıcı, bağımsız biçimiyle Michael Fassbender'ın devleştiği iki filme imzâ atmıştı. Hunger'da 1981'in İrlandası'nda gerçekten yaşanmış bir direnişi, İngiliz emperyalistlerine karşı açlık grevine giren lider Bobby Sands'in hapishane hayatı çevresinde anlatmıştı. Geçtiğimiz günlerde eleştirisini yazdığım Shame'de ise varlıklı bir seks bağımlısının, kız kardeşinin şehre gelmesiyle başlayan olaylar silsilesini ekrana aktaran İngiliz yönetmen, tüm dünyâyı ve insanlık tarihini yakından ilgilendiren bir toplumsal utanç kaynağı olan kölelik mevzusunu, son eseri 12 Years a Slave'de işliyor. Film; üst sınıfa mensup, evli ve iki çocuklu keman virtüözü Solomon Northup'ın, iş teklifi için geldiklerini iddia eden adamların tuzağına düşmesi sonucu Amerika'nın güney eyaletlerine götürülüp köle olarak muamele görmesini, orada şahit olduğu acıları ve deneyimleri, Northup'ın 1841'deki kaçırılışından tekrar özgür bir birey olduğu 1853 senesine kadar başından geçen olayları özgürlüğüne kavuştuğu ilk yılında kaleme almış olduğu 12 Years a Slave/12 Yıllık Esaret kitabına dayanmakta...
AMERICAN HUSTLE (Eleştiri)
Ekranda "Bu filmde yaşananların bazısı gerçekten yaşanmıştır" yazısıyla karşılaşıyoruz. 1978'in Amerikası'ndayız. Christian Bale'i ayna karşısında, kelini gizlemek için taktığı perukla oynarken görüyoruz. Kamera, Bale'ı yaklaşık iki dakika mercek altına alıyor. Böylece, tamamen David O. Russell tarzı bir film izleyeceğimiz sinyalleri daha ilk dakikadan veriliyor. Ardından Bradley Cooper ve Amy Adams kapıdan içeri giriyor. Cooper ile Bale birbirleriyle laf yarıştırıyorlar ve üçlü, odadan hışımla çıkıp ellerinde para çantasıyla salona doğru, Jeremy Renner ile görüşmeye gidiyorlar. Tabii bu olanlara anlam veremiyoruz. Ta ki, uzun bir flashback yapılana dek...
BLUE JASMINE (Eleştiri)
Woody Allen'ın yazıp yönettiği 48. sinema eseri Blue Jasmine, yine güçlü senaryosu ve karakterleriyle, geçtiğimiz aylarda seyirciyle buluştu. Blue Jasmine hakkında göze çarpan ilk şey, Allen'ın 70'lerde filmlerine uyguladığı formülün bu filminde de görülmesi. Blue Jasmine gayet olumlu eleştiriler aldı. Zaten şöyle baktığımızda, hangi Woody Allen yapıtı olumsuz notlara maruz kaldı ki?
INSIDE LLEWYN DAVIS (Eleştiri)
Joel & Ethan Coen'in en beğendiğim ve takdir ettiğim yanları, her filmlerinde farklı şeyler denemeleri. Yıllar boyunca ortaya koydukları Fargo, The Big Lebowski, O, Brother, Where art Thou?, No Country For Old Men vs. sinema eserleriyle yeni türler karşısında da yetenekli olduklarını kabul ettirdiler. Deneysel yapıtları, yapıtlarındaki inişli-çıkışlı dengesizlikleri, hayatın acı yanlarını öne çıkaran -kanımca- natüralist üslupları, ölümsüz karakterleri ve kendi süzgeçlerinden geçirdikleri kara komediyi son derece merak cezbedici bir senaryo ile seyirciye aktaran, ve böylece hem Hollywood'da hem de dünyâ sinemasında önemli ve saygın bir yer edinmiş Coen kardeşlerin başyapıt olmaya aday yeni filmi, Inside Llewyn Davis, 1961 yılının kış aylarında geçiyor. Filmin ana konusu; bir folk müzisyeninin, ortağının intihar etmesinden sonra başlayan hayata tutunma öyküsü.
SHAME (Eleştiri)
Shame, bu Cuma vizyona girecek 12 Years a Slave'in yönetmeni Steve McQueen'in ikinci yapıtı. Türkçe'ye "Utanç" olarak çevrilen filmin başrolünde Michael Fassbender yer alıyor. En kısa tabir ile Shame, New York City gibi bir metropolde yaşamını sürdüren, aşırı seks ve şehvet bağımlısı Brandon'ı konu alıyor. İçerdiği sahnelerden mütevellit film, Amerika'da bile +17 ibaresini taşımasıyla da dikkat çekiyor.
Gönül isterdi ki Shame'i daha uzun, daha ayrıntılı, daha irdeleyerek, alt metinlerinin tümünü ortaya çıkarıp yazıya dökeyim. Maalesef, o kadar yüksek seviyede bilgi birikimine ve güçlü kaleme sahip olmadığımdan, kısa bir yazı ile film hakkındaki görüşlerimi sizlere aktaracağım.
ELYSIUM (Eleştiri)
2009 yılında seyiciyle buluşan District 9'ın sürpriz başarısından sonra, Neill Blomkamp kendini saygın isimlerin yanına yazdırmıştı. Artık kime teklif götürse, tüm kapılar ona açık olacaktı. Tüm yapım şirketleri ve yapımcılar, istediği bütçeyi sağlayacaktı. Nitekim öyle de oldu ve yönetmen, ikinci filmi Elysium'u önemli oyuncularla, büyük miktarda parayla ve ilk filminin getirdiği başarının gururu ile çekti...
ENOUGH SAID (Eleştiri)
TV tarihinin en büyük yapıtlarından, bir mafya babasının yaşamını konu alan, HBO'nun dizisi The Sopranos'taki Tony Soprano rolüyle tanımıştık James Gandofini'yi. Unutulmaz performansı, cana yakınlığı, ve onu diğerlerinden ayıran ince nüansları ile Tony'yi çok sevmiştik. Hâliyle, Gandolfini de aklımızda kalıcı bir yer edinmişti. Başrolü kapmakta zorlansa da, çoğu zaman yardımcı rollerde gördük kendisini yıllarca. Maalesef, Haziran 2013'te acı bir olay sonucu hayata gözlerini yumdu. Henüz 51 yaşındaydı...
ALL IS LOST (Eleştiri)
Peer pressure, hem hayat hem sinema açısından bilmemiz gereken önemli bir kavramdır. Türkçe'ye psikolojik baskı; argo diline gaza gelmek olarak çevirebileceğimiz bu durumu, hepimiz yaşadık ve muhtemelen hâlâ farkında olmadan yaşıyoruz. Hayatî konular bağlamında baktığımızda peer pressure, genelde gençlikte yapılan hatalar için kullanılır. Çünkü arkadaş çevresi yüzünden sigaraya başlamak, kumar oynamak, vandalizm faaliyetleri gerçekleştirmek vs. eylemler gençken, yâni "ham" iken yapılır. Peer pressure'ın örneklerini yaşamımızın her alanında görürüz. Bir konu hakkında yorumlarımızı dile getirirken de, özellikle sanatsal çalışmalarda, özellikle sinemada... Quentin Tarantino, Wes Anderson, Alexander Payne, Martin Scorsese gibi, yetenekleri ve yöntemleri tüm dünyâca kabul görmüş ve takdir edilmiş, eserleri ödüllendirilmiş yönetmenlerin, ne zaman yeni film çekecekleri gündeme gelse, hiç şüphesiz beklentiler yüksek tutulur. Oyuncular, senaristler, görüntüler, fragmanlar, promolar, sneak peek'ler, zart zurt... Film olabildiğince yüceltilir. Yapım şirketleri bu taktiğe bayılırlar. Uzman eleştirmenler iyi puanlar verir. Film vizyona girdiğinde de, salonda koltuğumuza oturduğumuz anda, filmin iyi olacağı düşüncesiyle (!) izlemeye başlarız... En nihayetinde, kendimizi zikir çeken tarikat müritleri misali filmin kötü olamayacağına dair şartladığımızdan dolayı, filmi beğeniriz, övgüler yağdırırız, tavsiye ederiz. Bazen filmi hiç izlemeden kendimizi buna ikna ederiz. Ve bu illa yeni yapımlar için olmak zorunda değildir. Örneğin; 2001'i izleyip, sırf Kubrick yönettiğinden dolayı, abuk sabuk nedenlerle filmi yere göğe sığdırayamayan insanları bizzat gördüm.
Peer pressure kavramıyla başladım yazıma, ancak ister istemez manipülasyona kaydım biraz. Her neyse, ikisi de aynı şey, siz anladınız ne demek istediğimi. Şimdi, yukarıda anlattıklarım ile All Is Lost'un ne alakası var? Şöyle ki...
CAPTAIN PHILLIPS (Eleştiri)
Nisan 2009'da meydana gelen, tüm dünya gündemini etkisi altına alan, bir Amerikan kargo gemisinin Somali'li korsanlarca borda edilmesini ve kaptanının rehin alınmasını hepimiz duymuşuzdur. Hâliyle, nasıl sonuçlandığı konusunda da az çok fikrimiz vardır. Korsanlar mağlup edilmiş, Amerika Birleşik Devletleri galibiyetle sahadan ayrılmıştır...
PRISONERS (Eleştiri)
Film, Keller Dover (Hugh Jackman)'ın ve oğlu Ralph (Dylan Minnette)'in ormanda ava çıktıkları sahne ile başlıyor. Keller, iç sesi ile -filmin ilerideki dakikalarında göreceğimiz- İncil'den bir bölüm okurken ateş sesi gelir ve oğlu, geyiği vurur. Eve dönerken Keller, arabada oğluna hayat felsefesi dersi verir. Eve varır varmaz ailece, Şükran Günü yemeği için, aile dostlarını ziyaret ederler. Dover ailesinin bir büyük oğlu, bir küçük kızı vardır; bir araya geldikleri Birch ailesinin de benzer şekilde bir küçük, bir de büyük kızı. Yemekten sonra dışarı çıkan ve dönmeyen küçük kızların kaybolduğu anlaşılır. Polise haber verilir ve dedektif Loki (Jake Gylenhaal), sis perdesini aralamak için çalışmaya koyulur.
GRAVITY (Eleştiri)
Gravity, belki de en yüceltilmiş film. Sadece 2013'ün değil, tüm zamanların. Film, Doktor Ryan Stone (Sandra Bullock)'un, Rusların uydularına gönderdiği füze sonucu oluşan yıkımın Amerikan Uzay İstasyonu'na kadar ulaşması ve ortalığı darmadağın edip herkesi öldürmesinden sonraki hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Yâni Gravity için bu bağlamda "Survival" filmi diyebiliriz. Fakat filme sadece bu gözle bakmak yanlış olur. Zirâ Gravity, bundan çok daha fazlası.
47 RONIN (Eleştiri)
Salondan çıkalı 30 dakika oldu. Bu nedenle direkt yazıya geçiyorum. Sert yorumlardan hoşlanmıyorsanız, devamını okumayın. Çünkü 47 Ronin bana hayatımın en gereksiz, en aptal, en boş, en kötü iki saatini yaşattı...
MY NAME IS KHAN (İnceleme)
Sinema ile az çok ilgili biri, Hollywood kalitesinden ve imajından kat kat uzak, Amerikan film sektörünün Hindistan karşılığı olan Bollywood'u duymuştur. Bollywood, kendine has özellikleri ile Batı sinemasından ayrılmış ve yeni bir anlatım, tür ortaya koymuştur. Hint insanlarının ortak kültürlerinin birnevî birleşimi olan bu film türü, halk tarafından oldukça rağbet görmekte ve sevilmektedir. Öyle ki, bu endüstriden çıkan filmlere "Masala" derler. Masala, Hint baharatlarına verilen addır. Hintliler mutfaklarında kullandıkları baharatlara masala dedikleri gibi, sinema endüstrilerinden çıkan filmler için de bu ifadeyi kullanırlar. Hintliler filmlerini, o envai baharatları gibi görürler. Rengarenk kostümleri, abartılı dans gösterileri, birbirinden güzel bayanları, nefes kesen müzikal yapıları ile her tür duyguyu yansıtabilen bu filmlere, yüzlerce çeşitlik baharat kültüründe kullandıkları isimle hitap etmeleri pek manidardır.
RUSH (Eleştiri)
Dürüst olacağım. Kendimi sık sık film izleyen, filmden anlayan, içerdiği mesajı gören, algılayan biri olarak görürüm (Bu cümleden kendimi üstün gördüğüm anlamı çıkmasın). Ancak sevmediğim bir huyum var: Birçok filme ön yargılı yaklaşırım. Önce filmin oyuncularına ve yönetmenine bakarım, sonra filmin posterine ve IMDb sayfasına. Eğer ilgimi çeken bir konu/olay yoksa seyretmem. Fakat çoğu zaman, ödül törenlerini yorumlamak ve sinema literatürüme katkı sağlaması açısından, o ilgimi çekmeyen filmi seyrederim. Kah beğenirim kah beğenmem. Ama daha önce izlemediğim için pişman olduğum birkaç sayılı film vardır. İşte Rush, bunlardan biri.
SHERLOCK: 3. Sezon 2. Bölüm (İnceleme)
Sherlock, "her sezonun birinci bölümü iyi, ikincisi ortalama, üçüncüsü muhteşem" mantığını kaybetmemiş. Yazarlar kasten mi yapıyor, bilemem, ama Üçün İşareti adlı bölümün sorunu, istenen güzelliği yakalayamamasından öte, alıştığımız ve benimsediğimiz Sherlock hissini verememesiydi. Bunun birkaç nedeni var...
SHERLOCK: 3. Sezon 1. Bölüm (İnceleme)
BBC'nin Sherlock Holmes'u modern bağlamda ele aldığı, dünyâ çapında milyonlarca insanın beğenerek takip ettiği Sherlock, geçen sezon büyük bir cliffhanger ile sezonu kapatmıştı: Sherlock Holmes çatıdan atlayıp intihar etmişti. Bununla berâber, üçüncü sezonun ne zaman çıkacağı yönündeki spekülasyonların yanına bir de komplo teorileri eklenmişti. Eh, biz de pekâlâ biliyorduk protagonist kahramanımızın ölmediğini. Asıl soru nasıl hayatta kaldığıydı... Ve şimdi, tam iki yıllık aradan sonra Sherlock Holmes geri döndü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)