New York'un Manhattan adasında konumlanan ve dünyânın önde gelen finans kuruluşlarına, iş yerlerine ve gazetelere ev sahipliği yapmakla bilinen Wall Street'in aynı zamanda yolsuzlukların, kara para aklamanın, vergi kaçırmanın, hisse manipülasyonun en baba mekânı olduğu, şüphesiz gün gibi ortada. Amerika Birleşik Devletleri'nin, dolayısıyla tüm dünyânın ekonomik bel kemiği poziyonundaki caddenin tarihini uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Bildiğimiz "takım elbiseliler" yuvası. Bizi -ve elbette Martin Scorsese'yi de- ilgilendiren konu, 80'lerin sonunda ve 90'ların başında fırtına gibi esen Jordan Belfort'un hikâyesi. New York'da doğup büyüyen, muhasebeci annesi-babası tarafından yetiştirilen, orta sınıfa mensup bir aileden gelen 22 yaşındaki Jordan Ross Belfort'un amacı harcayamayacağı kadar fazla miktarda para kazanmaktır. Bu amaç uğruna, Wall Street'te bulunan büyük kuruluşlardan birinde, L.F. Rotschild'de broker, yâni komisyoncu olarak işe başlar. Kara Pazartesi adıyla tarihe geçen, borsanın bir günde aşırı değer yitirmesiyle berâber Rotschild iflâs eder, Belfort işsiz kalır. Neyse ki Belfort için bu işsizlik durumu fazla sürmez zirâ büyük şirkette deneyimli adamlarla birlikte genç yaşta mesleğe giriş yapmıştır. Rotschild'e kıyasla devede kulak kalan, Türkçe'ye "değersiz hisse" olarak çevrilen penny stock'ları küçük şirketlere ve aracılara kakalayan yeni bir şirkete girer ve burada hayatının kararını verir: Değersiz hisseleri değerinden yukarılarda gösterip (finansal manipülasyon) müşteriden daha fazla para koparmayı vizyon edinen, kendine ait bir şirket (Stratton Oakmunt) kurar. Tahmin edebileceğiniz üzere şirket büyür, genişler, haber olur, gazeteye çıkar, halk arasında yayılır. Tüm bunlar olurken Belfort ve arkadaşları da paraya para demezler; partiler, kadınlar, uyuşturucular, yatıştırıcılar... Ta ki, FBI devreye girene dek.
The Wolf of Wall Street; uyanık, işini bilen, sistemi kavramış, genç ve toy bir broker'ın başlangıç noktasından finans dünyâsında geniş yankılar uyandıran şirketin kuruculuğuna kadar geçen zamanı ve herşey yolunda giderken federallerin boğazına yapışması sonucu gittikçe alçalmasını konu ediyor. Kısaca, yükseliş-düşüş filmi söz konusu olan. Besin zincirinde yukarı doğru tırmanırken bolca eğlence; tehlikeli sulara adım attığında bolca psikoloji ve gözyaşı görmemiz gerekir, değil mi? Ancak The Wolf of Wall Street bu formülü uygulamıyor. Evet, yükseliş-düşüş var, ancak üç saatlik filmin her dakikasına, en psikolojik sahnesine bile eğlenceli ve renkli bir hava hâkim. Martin Scorsese'nin burada çıkardığı iş gerçekten kayda değer. Hem olayı, hem karakterleri, hem komediyi, hem de dramı dilediği dozda seyirciye ulaştırabiliyor, sadece karakterlere önem veren David O. Russell'ın aksine. Filmin temposunun, heyecanının sıfıra indiği dakikalar geldiğinde, ardından bir şey patlak veriyor ve film yeniden o canlı havasına bürünüyor. "Şey"den kastım birçok şey: Kavga, parti, çılgınlığın en üst kademesine erince yaşananlar, evlilik, boşanma, insanların üstüne para yapıştırarak bir kıtadan diğer kıtaya para nakil etmek; bütün bunlar seyircinin son ana kadar filme odaklanmasını sağlıyor ve bu sayede filmin hem Scorsese tarzını sevenlere hem de genel izleyiciye hitap etmesi sağlanıyor. Bunda başarıyla ve özenle kaleme alınmış senaryonun yanısıra, oyuncuların da etkisi var. Film, sürekli The Great Gatsby'deki rolüne göz kırparcasına dördüncü duvarı yıkıp film boyunca izleyici ile samimi bir bağ kuran muhteşem Leonardo DiCaprio'nun etrafında dönüp dursa da, doğru ve sevecen tiplerden oluşan yan karakter kadrosu -her ne kadar iki boyutlu, kartonumsu olsalar da- filme ustalıkla yedirilmiş. Belfort'un boiler room'daki (Türkçesi yok bu kelimenin) ilk gününde berâber öğle yemeği yediği patronundan (Matthew McConaughey) tutun yeni işine girdikten sonra normal bir öğle yemeği için gittiği lokantada karşılaştığı, ileride dost, ortak olacağı kişiye (Jonah Hill); şirket çalışanlarından ve arkadaşlarından (P.J. Bryne, Jon Bernthal, Kenneth Choi vs.) FBI ajanına (Kyle Chandler); teftiş kurulundan (Jon Favreu) İsveç'teki banka sahibine (Jean Dujardin) kadar bütün karakterler ilerleyen dakikalarda hikâyeyi sürüklemek adına ekranda söz sahibi oluyorlar. Zaman zaman karikatürize kaçsa da, filmin momentumu daima sağlam; sürükleyicilikten mahal vermiyor Scorsese.
Sonuç bölümünü de aceleye getirmeden ele alan Scorsese, vermek istediği mesajı filmin finaline yaklaşırken başrolün ağzından aktarıyor: Stratton Oakmunt, Amerika'dır. Bu bir yana, jenerikler yükselince Sunay Akın'ın "Bir insanın zenginliği hisse senetlerine göre değil, hissî senetlerine göredir." sözü de anlamını pekiştirmiş oluyor. Nereden baksak karşımızda her yönüyle sağlam, Oscar adayı olmayı hak etmiş bir Scorsese yapımı duruyor. Leo DiCaprio'nun yıldız misâli parladığı film, eminim O'na yıllardır almak için didindiği Oscar'ı kazandıracaktır. The Wolf of Wall Street her tür seyirciye uygun, zevkli bir seyirlik (tabii ki muhafazakâr değilseniz, eğer öyleyseniz ilk yarı bitince çıkarsınız salondan, benden söylemesi).
+ DiCaprio-Scorsese ikilisi.
+ Filmin genel atmosferi.
+ Filme katkı sağlayan yan karakterler...
- ...ama gelgelelim ki hepsi iki boyutlu.
- Bazı anlar fazla zorlama, karikatürize.
The Wolf of Wall Street; uyanık, işini bilen, sistemi kavramış, genç ve toy bir broker'ın başlangıç noktasından finans dünyâsında geniş yankılar uyandıran şirketin kuruculuğuna kadar geçen zamanı ve herşey yolunda giderken federallerin boğazına yapışması sonucu gittikçe alçalmasını konu ediyor. Kısaca, yükseliş-düşüş filmi söz konusu olan. Besin zincirinde yukarı doğru tırmanırken bolca eğlence; tehlikeli sulara adım attığında bolca psikoloji ve gözyaşı görmemiz gerekir, değil mi? Ancak The Wolf of Wall Street bu formülü uygulamıyor. Evet, yükseliş-düşüş var, ancak üç saatlik filmin her dakikasına, en psikolojik sahnesine bile eğlenceli ve renkli bir hava hâkim. Martin Scorsese'nin burada çıkardığı iş gerçekten kayda değer. Hem olayı, hem karakterleri, hem komediyi, hem de dramı dilediği dozda seyirciye ulaştırabiliyor, sadece karakterlere önem veren David O. Russell'ın aksine. Filmin temposunun, heyecanının sıfıra indiği dakikalar geldiğinde, ardından bir şey patlak veriyor ve film yeniden o canlı havasına bürünüyor. "Şey"den kastım birçok şey: Kavga, parti, çılgınlığın en üst kademesine erince yaşananlar, evlilik, boşanma, insanların üstüne para yapıştırarak bir kıtadan diğer kıtaya para nakil etmek; bütün bunlar seyircinin son ana kadar filme odaklanmasını sağlıyor ve bu sayede filmin hem Scorsese tarzını sevenlere hem de genel izleyiciye hitap etmesi sağlanıyor. Bunda başarıyla ve özenle kaleme alınmış senaryonun yanısıra, oyuncuların da etkisi var. Film, sürekli The Great Gatsby'deki rolüne göz kırparcasına dördüncü duvarı yıkıp film boyunca izleyici ile samimi bir bağ kuran muhteşem Leonardo DiCaprio'nun etrafında dönüp dursa da, doğru ve sevecen tiplerden oluşan yan karakter kadrosu -her ne kadar iki boyutlu, kartonumsu olsalar da- filme ustalıkla yedirilmiş. Belfort'un boiler room'daki (Türkçesi yok bu kelimenin) ilk gününde berâber öğle yemeği yediği patronundan (Matthew McConaughey) tutun yeni işine girdikten sonra normal bir öğle yemeği için gittiği lokantada karşılaştığı, ileride dost, ortak olacağı kişiye (Jonah Hill); şirket çalışanlarından ve arkadaşlarından (P.J. Bryne, Jon Bernthal, Kenneth Choi vs.) FBI ajanına (Kyle Chandler); teftiş kurulundan (Jon Favreu) İsveç'teki banka sahibine (Jean Dujardin) kadar bütün karakterler ilerleyen dakikalarda hikâyeyi sürüklemek adına ekranda söz sahibi oluyorlar. Zaman zaman karikatürize kaçsa da, filmin momentumu daima sağlam; sürükleyicilikten mahal vermiyor Scorsese.
Sonuç bölümünü de aceleye getirmeden ele alan Scorsese, vermek istediği mesajı filmin finaline yaklaşırken başrolün ağzından aktarıyor: Stratton Oakmunt, Amerika'dır. Bu bir yana, jenerikler yükselince Sunay Akın'ın "Bir insanın zenginliği hisse senetlerine göre değil, hissî senetlerine göredir." sözü de anlamını pekiştirmiş oluyor. Nereden baksak karşımızda her yönüyle sağlam, Oscar adayı olmayı hak etmiş bir Scorsese yapımı duruyor. Leo DiCaprio'nun yıldız misâli parladığı film, eminim O'na yıllardır almak için didindiği Oscar'ı kazandıracaktır. The Wolf of Wall Street her tür seyirciye uygun, zevkli bir seyirlik (tabii ki muhafazakâr değilseniz, eğer öyleyseniz ilk yarı bitince çıkarsınız salondan, benden söylemesi).
+ DiCaprio-Scorsese ikilisi.
+ Filmin genel atmosferi.
+ Filme katkı sağlayan yan karakterler...
- ...ama gelgelelim ki hepsi iki boyutlu.
- Bazı anlar fazla zorlama, karikatürize.
THE WOLF OF WALL STREET (2013)
9/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder