Yeni Yıl

Efendim, bildiğiniz gibi yeni yıla giriyoruz: 2014'e... Sokakta geçene sorsanız, yeni yıl sizin için ne ifâde ediyor diye, alacağınız cevaplar bellidir, aşağı yukarı aynı terane. Eğer bana sorulursa bu soru, cevabım "sinema" olacaktır.

Zirâ Türkiye'de, Ocak ayında sinemada seyretmeye değer birçok film vizyona giriyor. Christian Bale, Jennifer Lawrence ve Bradley Cooper'lı American Hustle, Coen biraderlerin yeni başyapıtı Inside Llewyn Davis ve Steve McQueen'in 12 Years A Slave'i merakımı en çok cezbeden üç film. Scorsese imzâlı The Wolf of Wall Street'in 3 Ocak'ta sinemalarda yerini alması bekleniyordu fakat 28 Şubat'a ertelenmiş... The Secret Life of Walter Mitty, Escape Plan, Frankenstein ve Oldboy ise, belki gidilecekler listemde.

Türk filmlerinden ise, ilk filminde kahkaha tufanına tutulduğum Sağ Salim 2'yi kesinlikle göreceğim. Eyyvah Eyvah 3'e de param kalırsa artık...

Sizi bilmem ama 2014 deyince aklıma ilk bunlar geliyor. 

Bu arada, bloğumuzun bu ay rekor üstüne rekor kırdığını gururla haykırıyorum. +1700 ile görüntülenme sayısı, 173 ile bir günde en fazla ziyaretçi akını ve 300'den fazla okunma ile en çok okunan yazım (Homeland 3. Sezon İncelemesi), Aralık ayına denk geldi. Bakalım yeni yılın ilk ayında başka rekor kırar mıyız... Gideceğim filmlerin eleştirisini yazacağım ve Efsâne Film Replikleri geleneğini yeniden başlatacağım göz önüne alınırsa, neden olmasın?

Hepinize teşekkür eder, mutlu yıllar dilerim.

HOMELAND: 3. Sezon Finali (İnceleme)


Homeland yine yapılması gerekeni yaptı: 36 bölümdür (aslında 29...) ekranda gözüken başrolü öldürdüler. İşlerin bu noktaya geleceği çok önceden belliydi; Brody'yi Karakas'ta ilk gördüğümüz andan itibaren belki de... Gerçekten, Brody için başka alternatif bir son mevcut değildi. Brody, kendisinin de söylediği gibi, geçmiş günahlarını ödemek, yâni kefaret için geri dönmüştü. Onun yaşaması, diziyi sekteye uğratacağı bir yana, seyircilere resmen hakaret sayılırdı. Herkesin bir görev süresi vardır. Ve Brody'nin süresi uzun zaman önce doldu.

THE HOBBIT: THE DESOLATION OF SMAUG (Eleştiri)


The Hobbit: An Unexpected Journey ile, Hobbit serisinin Yüzüklerin Efendisi üçlemesine aslâ yaklaşamayacağını anlamıştık. Yine de bir umut vardı. Çünkü Orta Dünyâ inanılmaz devasa bir evren. Eldeki malzemeler iyi kullanılırsa ortaya iki başyapıt daha çıkardı.  Lâkin The Hobbit: The Desolation of Smaug için -genel olarak- ilk filme göre gelişme olduğunu söyleyemeyiz. Tam aksine gerileme var. Bunun nedeni ise...

HOMELAND: 3. Sezon 11. Bölüm (İnceleme)


Bölümü 2-3 kere seyredip inceleme yazmaya koyulmak, seyrettikten hemen sonra inceleme yazmaya nazaran daha iyi sonuçlar veriyor. Eğer "Big Man in Tahran" biter bitmez blogger.com'a girip "yeni yayın"ın üstüne tıklasaydım, biraz baştan savma, yavan bir yazı bulurdunuz. Lâkin bölüme aşinalığım arttıkça; oyuncuların, yapımcıların, senaristlerin başyapıtını görmemek, hissetmemek mümkün değil.

HOMELAND: 3. Sezon 10. Bölüm (İnceleme)


Bu sezonun sondan üçüncü saatinin bir operasyon bölümü olacağını biliyorduk. Nitekim öyle de oldu. Ve evet, tahmin edeceğimiz üzere, operasyon sorunsuz geçmedi. Dar Adal'ın Higgins'e "Bu kadar basit" demesinden kıllanmıştım zaten.

Brody için kaderini belirleyecek önemli anlara tanık olduk, oluyoruz, olacağız. Düşünsenize, CIA tarafından aranan eski denizci Venezuela'daki bok çukurundan Amerika'ya getiriliyor ve 16 günde eski formuna kavuşuyor, sonra da CIA amirinin emri altında İran'a bir operasyona gönderiliyor. Eğer Brody, şu son iki bölümden sağ çıkarsa...

HOMELAND: 3. Sezon 9. Bölüm (İnceleme)


Seyirciler olarak, bu haftanın tam istediğimiz gibi geçtiğini söyleyebiliriz. Tüm karakterlere olması gereken ekran süresini verdiler, gereksiz detaydan kaçındılar ve Brody'yi tekrar piyon hâline getirdiler.

Homeland, beni defâlarca ters köşeye yatırdı. Bu haftaki bölümde dejavu yaşadım resmen. Şöyle ki, geçtiğimiz sezonun dördüncü bölümünde, hatırlarsanız, Carrie, Brody'yi otel odasında tutuklamıştı. Genellikle, ortalama bir dizi, eline böyle bir fırsat geçtiğinde uzattıkça uzatır. İyi mi olur kötü mü olur bilemem, ama sezon finaline kadar konuyu sakız yapar. Ben de öyle düşünmüştüm. Ancak, beşinci bölüm, seyrettiğim en iyi Homeland bölümüydü. Mayıs ayında vefat eden yazar Henry Bromell'in kaleme aldığı bölüm, bu sene en iyi writing Emmy ödülünü kazandı ve üzerinde durduğu konu, Brody'nin kırılmasıydı. Brody, bir bölümde CIA muhbiri olup çıkmıştı. 

Breaking Bad vs. Shameless


BREAKING BAD


+ Muhteşem yazım tekniği.

+ Dizinin ismi gibi, karakterlerin kimyası da bir o kadar garipti ve bu durum, hârikâydı.

+ Karakterlerin iç dünyâsının en olağanüstü şekilde yansıtıldığı birkaç diziden biri. 

+ Metacritic puanı ile Guinnes Rekorlar Kitabı'na giren ilk ve tek dizi.

+ Yayınlandığı zaman aralığında TV reytinglerinde her zaman ilk üçe girmeyi başardı. 

+ Süper final. 

+ Heisenberg.

+ Better Call Saul!

+ I am not the danger, Skyler. I AM the danger!

- Kabul edelim, beşinci sezonun ilk yarısı iyi değildi.

Dizi Savaşları Başlıyor


Merhaba. Son derece yaratıcı (!) bir dosya konusu açıyorum. Son 3 yılda seyrettiğim dizileri tek tek karşılaştıracağım. İyi ve kötü özelliklerini, popülariteliğini, başrollerden tutun beş km arkadaki figüranına kadar her şeyini yazıp kıyaslama yapacağım. Ve son olarak, bu karşılaşmalar sadece drama dalı için geçerli. 

HOMELAND: 3. Sezon 8. Bölüm (İnceleme)


Homeland bu sezon büyük oynuyor. Değişik olay örgüleri, eski karakterlerin yok oluşu, Carrie'nin yüz milyonuncu kez delirmesi, Saul'un kötü adam olarak lanse edilmesi, Dana'nın uyuz öyküsü ve Brody'nin yokluğu; kısaca yapımcıların attığı cesur adımlar sezonun ilk yarısını, Homeland'in en kötü dönemi hâline getirdi. Neyse ki tüm sezon böyle devam etmeyecek. Arap atı misali, Homeland sonradan meyve vermeye başladı. Bu sefer, eskisinden daha bereketli...

Homeland 3. Sezon Değerlendirmesi (ilk yarı)


Öncelikle merhaba. Bir aydan fazladır blog ile ilgilenmiyordum. Açıkçası, ilgisizliğimin sebebi olarak sadece okulu bahane etmem yakışık kalmaz; zirâ üşengeçliğimin de bunda büyük rolü var. Özür dilerim efendim. 

Breaking Bad ve Dexter sona erdi bildiğiniz gibi; Breaking Bad muazzam bir finalle karşımıza çıkarken Dexter, hayal kırıklığı yaşattı. Yine de genel olarak baktığımızda TV tarihinin en muhteşem dizilerinden ikisi resmen bitti... Ve geriye, diğer bir şaheser, Homeland kaldı.

Peki Homeland, bu sezon yayınlanan 7 bölümü ile beklentileri karşıladı mı? Brody'ye ne oldu? Başrolü neden göremiyoruz? Dana, Jessica ve Chris diziyi ileri taşımak adına gerçekten gerekliler mi? Carrie artık bayat tadı mı verdi? Saul'un başrole getirilmesi doğru bir karar mı? Size bu yazımda, elimden geldiğince, bu soruların yanıtını madde madde vereceğim.

THE FAMILY: Malavita


Geçtiğimiz 10 yılda Taken, Transporter gibi gürültülü aksiyon yapımları ile adını ön plâna çıkaran Fransız yönetmen Luc Besson, son dönemdeki rutininin 'biraz' dışına çıkarak daha yıldız isimlerle berâber, komedi dozu daha yüksek bir eser ortaya çıkartıyor: The Family. Başyapıt olduğunu söyleyemesek de, gayet zevkli bir seyirlik.

NBC'nin yeni göz nuru: The Blacklist


"Psikopat" sıfatını hak eden profesyonel bir suçlu, bir FBI ajanı ve bitmek bilmeyen cinayetler. Biri Kuzuların Sessizliği mi dedi? Evet, The Blacklist ile NBC kanalının Hannibal Lecter hayranı olduğu gün yüzüne çıktı. Önce Hannibal, ardından bu...

EMMY 2013: Sürprizlerle dolu bir gece

emmy-awards-statuette.jpg

Dün gece sahiplerini bulan Emmy'ler, birçok kişiyi ters köşeye yatırdı; Özellikle oyuncu kategorilerinde... Kazananları buraya tıklayarak öğrenebilirsiniz.

Bu yazıda yine drama üzerinden gideceğim.

EMMY 2013: Görüş ve Tahminlerim


Bu yıl altmış beşincisi düzenlenecek Primetime Emmy ödül töreni yaklaşırken heyecan üst seviyede. En azından benim için! 

Bu yıl da en çok adaylık ile başı American Horror Story çekiyor. Hemen arkasında ise Game of Thrones, Saturday Night Live ve, bir TV filmi, Behind the Candelabra yer almakta. Bahsettiğim yapımların yaklaşık 15 adaylıkları bulunmakta. 

Tabii pek çok adaylığa sahip olmak ödülü kazanmak için yeterli olmuyor ki bunun örneğini son yıllarda Downton Abbey, Boardwalk Empire gibi örnekler ile çok gördük. 

Bu yazıda sizlere "drama" kategorisindeki görüşlerimi ve tahminlerimi yazdım. "Şu dizi alınmalıydı, bu kişi de aday olmalıydı" açıklamalarını alt başlıklarda ele alacağım...

DUYURU

Merhaba arkadaşlar.

Biliyorsunuz bugün itibariyle yeni eğitim-öğretim sezonu start verdi. Ben de bir öğrenciyim (maalesef). Yeni okul, yeni yüzler, yeni dersler... Bu dönem biraz yoğun geçebilir ve siteyle ilgilenemeyebilirim. Dolayısıyla, iki yazı arasında 5-10 günlük aralar olabilir.

Yalnız söz verdiğim gibi, The Walking Dead yeni bölüm incelemelerini her hafta kaleme alacağım. Ne kadar nadir olsa da seyrettiğim her filmin eleştirisini yayınlayacağım. Yâni tamamen kopuk olmayacağım, olamam zaten. 

Kutsal Sinema'yı takip ettiğiniz için teşekkür ederim. Takipte kalmaya devam edin efendim.


Aydın Algül

THE BLING RING: Yılın overrated filmlerinden


Beş Oscar ödüllü efsâne yönetmen Francis Ford Coppola'nın kızının yazıp yönettiği The Bling Ring beş gencin, ünlülerin adresini öğrenip evlerini talan etmeleri üzerinde duruyor; Dört bayan, bir erkekten oluşan grubun yaşadıklarını konu alıyor.

İlk başlarda güzel görünüyor, filmin girişgâhı da gayet başarılı. Ancak fikir uygulamaya geçince girişteki havayı, ortalardan finale kadar yakalayamıyor. Hani vardır ya bazı filmler, ilk başta göze hoş gelir ama sonu kof çıkar; Hemen hemen böyle bir film The Bling Ring. Yâni bana göre öyle en azından. Elbette film kötü değil ama mantık uçurumları çok ama çok fazla. Ünlülerin evine girmenin aşırı kolaylığını geçtim, hiç mi karakterlerin özel yaşamı yok? O kadar parayı, eşyayı, giysiyi ailesi hiç sorgulamıyor mu? Üstelik Marc denen çocuk nasıl bir özürlüdür ki daha üç dakika önce tanıştığı kız ile önce araba, sonra ev soyuyor?

CLOVERFIELD: 70 dakikalık eye candy


Böyle şeyler hep Amerika'da olur zaten. Özellikle New York City'de... Arkaplâna NY'yi almış kıyamet temalı yapımlar, sırf filmler için geçerli değil, o kadar fazla ki; hangi birini sayayım? İşte Cloverfield, yine Amerika'da meydana gelen bir uzaylı saldırısını, bir grubun gözünden anlatıyor. Bir veda partisinde kamerayı eline alan arkadaşın filmin başından sonuna elinden düşürmeyeceği çekimine tanık oluyoruz. Evet, film boyunca sabit bir kamera yok. Onun yerine sinir bozucu, baş döndüren; yönetmenin diğer korku filmlerinden ayrı, kendi tarzını yaratmaya çalışırken bocaladığı bir kamera kullanımı var. Yaratıkları ve kişileri ayrıntılı olarak görememeyi geçtim; iki saniye, bak iki saniye, şu kamerayı sabit tut. Çok mu şey istedik acabâ? İlla farklı bir şeyler üreteceğim diye klişelerin en büyüğüne imzâ atılmış...

THE UNTOUCHABLES: Bir diğer De Palma şaheseri


1930. Yasaklar, Chicago'yu savaşa girmiş bir şehir haline soktu. Rakip çeteler, şehrin milyar dolar değerindeki kanunsuz içki imparatorluğunun kontrolünü elde edebilmek için yarışıyorlardı. İsteklerini el bombaları ve makineli tüfeklerle elde ediyorlardı. Devir, Gangster lordlarının devriydi. Devir, Al Capone'nun devriydi.

BREAKING BAD: 5. Sezon 12. Bölüm

Spoiler içerir


Dizinin yapımcıları, seyircinin zihniyle oynamayı ve beklentisini iyi biliyor. Daha ilk saniyede Walt'un arabası yavaşlarken Jesse'nin içeride olduğunu ve Walt'un da içeri girmesiyle bir yüzleşme sahnesine tanık olacağımızı düşündünüz, değil mi? Ancak öyle olmadı. Walt, akrobatik hareketler vasıtasıyla eve girerken heyecanlandık; son odaya girerken nefesimiz tutuldu lâkin Jesse evde değildi. Bu durum karşısında Walt, Jesse'nin son anda evi yakmaktan vazgeçtiğini düşündü ama kendi adıma konuşmak gerekirse ben hiç de öyle düşünmedim çünkü Jesse Pinkman kendini kaybetmişti, bir an tereddüt etmeden o evi ateşe verecekti efendim. Yalnız sonrasında flashback aracılığıyla anladık ki; Hank...

R.I.P.D.: Bridges için bile seyretmeye değmez


Kötü eleştirileri görünce R.I.P.D.'yi daha çok merak etmeye başladım. Genelde huyum budur; bir film ne kadar yerden yere vurulursa vurulsun, o eseri bizzat görmek isterim. Son zamanlarda, Killing Season böyle bir örnek oldu. İzleyenlerin büyük çoğunluğu vakit kaybı diyordu fakat ben gayet beğendim. Tamam, eksikleri vardı ama zevkliydi. Belki de beğenmemin ana sebebi filmi izlemeden önceki düşük beklentilerimden kaynaklanıyor; belki filmin ortalaması yüz üzerinden doksan falan olsa, beğenmezdim. Velhasılıkelâm, bazı filmlerden çok şey beklememek lâzım, beklentileri yüksek tutmadan eğlenmeye bakmalıyız. Lâkin R.I.P.D. gerçekten kötü film mübârek...

AMERICAN BEAUTY: "Özgür" olmanın bedelleri


American Beauty yıllardır bildiğim, zaman zaman rast geldiğim bir film idi ve birkaç ay önce, bu yaz izlenecek filmler listeme almıştım. Konusu hakkında hiçbir bilgim yoktu tabii. Kevin Spacey, Sam Mendes; bi' de üstüne beş adet Oscar eklenince seyretmemek ayıp olurdu. Biraz geç de olsa dün gece  izledim ve belki, bu yıl izlerken en çok keyif aldığım film oldu.

PAIN & GAIN: Zor kazanç


Pain & Gain, her sene en az bir adet çıkan Amerikan rüyâsı temalı filmlerin en yeni örneği. Her filmiyle uzun tartışmalara yol açan, filmleri gibi kendi de absürd Michael Bay, Will Smith'li Bad Boys II'den tam 10 sene sonra yine bir suç komedisi ile karşımızda. Dwayne Johnson, Mark Wahlberg ve Anthony Mackie'nin başrolde olduğu film gerçek bir hikâyeden uyarlanmış. Hatta afişin alt tarafına kocaman "This is a true story" damgasını yapıştırmışlar.

Kısa İnceleme: Breaking Bad ve Ray Donovan

Spoiler içerir

SOURCE CODE: Duncan Jones kendini bir kez daha kanıtlıyor


Duncan Jones, 2009 yılındaki filmi Moon'un başarısından sonra ikinci uzun metraj filmiyle seyircinin karşısına çıkıyor. Aslında Duncan, filmin ilk aşamalarında ortada yokmuş, yâni fikir onun fikri değil. Başrol Jake Gylenhaal, Moon'u izlemiş ve beğenmiş, ardından yapımcılara Jones ismini önermiş ve herkes hemfikir olmuş. David Bowie'nin oğlu olan 42 yaşındaki (film çıktığında 40 yaşındaydı) İngiliz yönetmen Moon'a göre çok daha büyük bir konsept ile yüzleşmiş. Başarılı olabilmiş mi? Evet. Ama Moon kadar değil.

MOON: Bilimkurgunun doruk noktası


Birkaç senedir izlemek istediğim ve hakkında birçok şey duyduğum Moon'u izlemek dün nasip oldu. Ve "keşke daha önceden izleseymişim" dediğim filmler arasına girdi.

EFSÂNE FİLM REPLİKLERİ #11


Yine bir Pazar yine bir EFR. Bu sefer, bu yazın yüksek bütçeli blockbuster filmlerinden replikler seçtim.
 Keyifli okumalar, mübârek Pazarlar...

NOW YOU SEE ME: Şimdi görüyo'n beni


Sihirbazlık filmi, Michael Caine, Morgan Freeman, Woody Harrelson. Now You See Me'yi ilk gün sinemada izlemeye gittim az önce saydığım sebeplerden dolayı. The Hangover: Part III felâketinden hemen sonraki matinede izledim ve ilâç gibi geldiğini söyleyebilirim. Filmin içinde barındırdığı bitmek bilmez enerji ve sürükleyicilik, o gün içimdeki tüm negatif enerjiyi attı.

IRON MAN 3: Serinin hayranlarına hakaret...


"Kahramanlar düşer çünkü onlar da insan" kalıbının -daha doğrusu klişesinin- moda olduğu yıllarda, süper kahramanın bol bol dramatize edildiği ve artık bundan bıktığımız zamanlarda vizyona girdi Iron Man 3. Jon Favreau'nun ikinci filmin başarısızlığından dolayı(ki bence gayet ortalama bir filmdi, haksızlık yapıldığını düşünüyorum) serinin üçüncü filminin yönetmenliğine Shane Black getirildi. İlk cümlede yazdığım metodu kullanan Black, aynı zamanda önceki filmi Kiss Kiss Bang Bang'in de kara komedisini filme serpiştirerek ortaya zevksiz, beyinsiz bir şey atmış...

THE ICEMAN: Buzadam


Bazı filmlerin konusunu bilmeden izlerim. Evet, sadece oyuncu kadrosuna ve eleştirilerine bakarım, poster de havalıysa ve yeniyse tereddüt etmeden izlemeye koyulurum ancak aslâ konusuna göz ucuyla bile bakmam. Amaç sürpriz olsun, heyecan katsın. Bazen hayal kırıklığı yaşasam da The Iceman, bir saat kırk beş dakikalık film, oldukça sürükleyici hikâyesi ve muhteşem oyunculukları sayesinde, gönlümde taht kurmayı başardı.

EFSÂNE FİLM REPLİKLERİ #10


Her hafta, Pazar günleri, izlediğimiz filmlerden unutulmaz replikleri seçip "Efsâne Film Replikleri" başlığı altında paylaşıyordum. Avrupa yakasına taşındığımdan dolayı, ikinci bölümü hazırlayamamıştım. Onun hâricinde, tam 10 haftadır sürdürüyorum bu işi, sürdürmeye de devam edeceğim... Keyifli okumalar.

THE GREAT GATSBY: "Geçmişi değiştiremezsin."



F. Scott Fitzgerald'ın kısa romanından uyarlanan Muhteşem Gatsby, 1974 yılında başrolünde Robert Redford ile üçüncü kez beyazperdeye adımını atmıştı. En iyi kostüm ve en iyi müzik dalında iki Oscar alan film, bir kısım tarafından sevilmiş ancak ne kadar romana sadık kalınsa da, kitabın ruhunu veremediği için birçok kişi de beğenmemişti. Daha önce Romeo&Juliet ve Moulin Rouge! gibi dram/romantizm yapımlarını yöneten Baz Luhrmann'ı, unutulmazlar arasına girmiş bir başyapıtı, ilk uyarlamadan yaklaşık 40 yıl sonra kendi tarzını kullanarak filme ikinci kez uyarladığı için baştan takdir etmek lâzım zirâ kült hâline gelen ünlü bir romanı filme çevirmek azim ister ve emek gerektiren bir çalışmayı da berâberinde getirir.

RED: Kırmızı takım


The Expandables, Wild Hogs, The A-Team gibi 80'ler Hollywood aksiyon sinemasına dönüş yapıldığı yıllarda geldi Red. Alman yönetmen Robert Schwentke'nin yönetmen koltuğuna oturduğu film, türü gereği, yüzlerine aşina olduğumuz ünlü oyunculardan oluşuyor. Bruce Willis, John Malkovich, Morgan Freeman ve Helen Mirren gibi isimlerin yer aldığı yapım, hemcinslerini geçemiyor maalesef fakat kötü bir film mi? Kesinlikle hayır. 

THE SMURFS 2: Yılın en beyinsiz filmi


Az önce bir şeyler yazdım bu film hakkında. Şirinler 2 eleştirisi diye başladığım yazı, değişik sulara yelken açtı resmen. Sonra kaydedip çıktım; haftaya Cumartesi, "Şirinler ve Komünizm" başlıklı yazımı okumanızı şimdiden öneririm. Daha fazla araştırma yapıp daha fazla bilgi edineyim önce.

NEDEN KIRMIZI GÖZ?


Neden filmlerde kötü robotlar kırmızı göz ile tasvir edilir?


Cevaplanması hiç de zor bir soru değil. "Renk psikolojisi" olarak adlandırabileceğimiz bu durum gayet doğal. Kırmızı, daha çok kötülüğü ve tehlikeyi temsil eder. Dolayısıyla kötü robotların gözlerinin kırmızı olması gözümüze normal gelir ve fazla yadırgamayız. Düşünsenize, yeşil gözlü(yahut yeşile boyalı/yeşil giyen) bir robotun düşman olduğunu. Yeşil bize daha hayat dolu, sakin, -tonlarına göre- enerjik görüneceğinden düşmanı da o renk ile özdeşleştirmek kolay olmayacaktır. Ancak kırmızı yaratığı ekranda ilk gördüğünüzde ne kadar dost canlısı gibi görünse de içten içe bir arıza sezeriz onda; bir şeylerin ters gittiğini/gideceğini anlarız.

THE WOLVERINE: Beklediğimiz Wolverine filmi


İşte. Eksikleri olsa da uzun zamandır beklediğimiz Wolverine filmi. Hugh Jackman, altıncı kez Wolverine olarak karşımızda ve bu sefer daha güçlü ve daha badass... 

Film, tarihe kanlı harflerle kazınmış bir olayın içinde başlıyor. Yıl 1945. Nagazaki. Atom bombasının atıldığı gün Logan oradadır ve saklanıyordur. Kendine bir tür sığınak bulmuştur. Atom bombasının atıldığı anda önündeki Japon askerini de yanına alarak son anda ölmekten kurtarır. Yıllar sonra(2013) hayatını Logan'a borçlu eski asker Yashida, artık varlıklı ve itibarlı bir şirketin sahibi konumundadır, onu yanına çağırır, Japonya'ya. Ölüm döşeğindedir ve Wolverine'in ölümsüzlük gücününün kendine aktarılmasını rica eder. Wolverine kabûl etmeyince gece yanına zehirli tükürükler fırlatan, böcekli möcekli ne idüğü belirsiz bir kadın mutant yollar, Viper, gece uyurken ölümsüzlük -ve dolayısıyla- iyileşme gücünü de çalar. Wolverine henüz farkında değildir ne olduğunun, rüyâ sanmaktadır gece yaşananları. Farkına vardığında ise gücünü geri almak için elinden geleni ardına koymayacaktır. 

KILLING SEASON: Emektarların düellosu


Film bize, zaten tarih kitaplarından bildiğimiz, Bosna savaşının özetini geçiyor; arada da kurgusal görüntüler gösteriliyor. Amerikan askerleri bazı Sırpları yakalayıp onları idam ediyor ve sıra son esire gelindiğinde, Travolta'nın yüzünü yâni Emil Kovac'ı görüyoruz. Silah ateşleniyor ve günümüze geçiliyor; 18 yıl sonrasına.

Bir sanat filmi edasında başlayan Killing Season'ın tür filmi olduğunu söylemek güç. Aksiyon olarak beklentiyi veremiyor, felsefi yaklaşım açısından gülünç, sanat filmi olarak yetersiz kalıyor.

Duyuru


Merhaba arkadaşlar. 

Bildirmek isterim ki artık Dexter ve Under the Dome dizi incelemelerini yazmayacağım.

Bu kararı almamın başlıca sebebi dizi incelemesi yazmanın film eleştirisi yazmaya nazaran kat kat daha uğraştırıcı ve zor olması. Takdir edersiniz ki, bir yaz gününde tüm gün PC'nin başında oturmak istemiyorum.

Biraz daha tecrübe edinip sonbaharda çıkacak belli başlı dizileri yazacağım. Örneğin; The Walking Dead ve American Horror Story: Coven. 

Dexter ve Under the Dome ile işimiz bitmedi yalnız. Sezon bitince sezon değerlendirmesini kaleme alacağım.   

Bugün film eleştirisi yazmaya çalışacağım; Killing Season'ı.

Diyeceklerim bu kadardı; c ya ("görüşürüz" manasına geliyor, aman yanlış anlaşılmasın).

PACIFIC RIM: Rimi rimi ley


"İşte budur. İyi ki gitmemişim Wolverine'e" filmden çıktıktan sonraki -ilk- düşüncelerimi okudunuz az önce. Gerçekten beğendim Pasifik Savaşı'nı; yapım ne olduğunu biliyor ve ona göre hareket ediyor. İşini bilen bir yönetmen Guillermo del Toro. Son yıllarda blockbuster türünün en iyi mümessillerinden...

EFSÂNE FİLM ANLARI II

İkinci haftada yine unutulmaz sahneleri derleyip paylaşıverdim, keyifli okumalar. 
Yazının spoiler içerdiğini de hatırlatayım, izlemediğiniz filmi geçiniz. 

Duyuru

Merhaba arkadaşlar. 

İki aydır faaliyetini sürdüren bloğum, son bir haftada inanılmaz bir ivme yakalayarak yüzlerce kere tıklanıp yüzlerce kişiye ulaştı. Yeni gelenlere teşekkür eder, takipte kalmanızı dilerim.

Cuma günü "Efsâne Film Anları"nın ikinci bölümü ile hazırlamakta olduğum sürpriz bir makaleyi yayınlayacağım...

Bol sinemalı günler; Güç sizinle olsun.

Saygılarla,

Aydın Algül

UNDER THE DOME: 1. Sezon 5. Bölüm: Mavi Üzerine Mavi


Bir dizide en önemli -olması gereken- özellik sürükleyici olmasıdır. Bana göre diziyi izleten, seyircinin merak duygusunu ön plâna çıkaran senaryolardır; Sürükleyicilik yâni. Oyunculuklar ve senaryo benim için arka plândadır. Çok diziler var öyle, oyunculuklar iyi, teknik kadro desen mis gibi lâkin dizi... bomboş, hayal kırıklığı. Kafanızda şekillenmeye başlayan soruya hemen cevap veriyorum. Under the Dome'un nesi güzel? Beş bölüme bakacak olursak sürükleyici diyebilir miyiz? Bence deriz. Teknik kadronun da -bir TV dizisi için- ortalamanın üstünde olduğunu söyleyebiliriz (Stephen King ve Steven Spielberg yalan bir kere, teknik kadro derken onlardan bahsetmiyorum). Diziye en çok katkı sağlayan ikili Jack Bender ve Brian K. Vaughan Lost'un yazarıydılar birkaç sene önce. Yalnız dediğim gibi, oyunculuklar vasadın altında. İnanılmaz karton ve yapmacıklar. Üstelik Under the Dome öyle bir dizi ki; bir anda düşüşe geçebilir. Pembe diziye dönme potansiyeli yüksek. Eğer pembe diziye dönerse senaristleri suçlamamak lâzım çünkü neye bulaştıklarını bilmelilerdi. Konseptten bahsediyorum. Bir kasaba, dışarı girip-çıkamıyorsun, içeride tıkılısın. Nasıl bir aksiyon yahut yenilik bekleyebilirsin ki bu devr-i daimden? Üstinsan değilsen yapabileceğin en muhtemel ve mantıklı şey, gizemli öğeler eklemektir diziye ki bu da tehlikelidir açıkçası. Bir cismin/olayın/şahsın gizemini uzata uzata, ballandıra ballandıra, ıstıp kaynatıp koyarsan ekranın önüne olmaz işte. Ölçülü olmak gerekli. Senaristlerin ölçülü olup olmadığını ise zaman gösterecek.

OBLIVION: Güzel vakit geçireceğiniz bir bilimkurgu


Oblivion, beni hakkında ikinci kez düşündürmeme sebep olan az sayıda filmlerden biri oldu. 12 Nisan 2013 tarihinde sinemada izlediğim filmin ortasında uyumuştum, sonlarından hiçbir şey anlamamıştım dolayısıyla. Doğal olarak da filmi beğenmemiştim. Burada bir parantez açarak, neden uyuduğumu söyleyeyim. Yorucu bir okul gününden hemen sonra girmiştik salona. Şansa bakın ki film, "arıza" nedeniyle 17:30 yerine 45 dakikalık rötar yaparak geç başladı. Zaten uykuluyum, film başlayınca gitti benim gözler. Sonlardaki çatışma sesleriyle uyanabildim anca. Halk dilinde, o gün yaşadığım duruma, "beyin amcıklaması" deniyor sanırsam...  Oblivion'u dün ikinci kez seyrettim ve asıl kanıya varabildim.

DEXTER: 8. Sezon 4. Bölüm: İyileşme Dokusu

Spoiler içerir


İşte bu. Dexter dizisine yakışır, harikulade bir bölüm. Ne gereksiz diyaloglar var ne de gereksiz sahne var. Hepsi senaryo akışına uygun, izlemesi keyifli. Geçen bölümlere göre büyük yükseliş var. Sonundan da anlaşıldığı üzere sonraki bölümler de en az "İyileşme Dokusu" kadar güzel olacak... 

THE PLACE BEYOND THE PINES: Anlatılmak istenen ne?


Dizi incelemesi, Emmy, The Walking Dead falan derken blog'a eleştiri yüklemeyeli 10 gün olmuş şaka maka. Hemen bir şeyler yazmak adına film seçmeye başladım, bu sefer yenilerden olsun istedim. Only God Forgives'i buldum, İngilizce altyazısı bile yoktu. Ben de bir diğer Ryan Gosling'in yer aldığı yapım The Place Beyond the Pines'da karar kıldım. Amerika'da geçen yıl, ülkemizde geçtiğimiz ay vizyona giren filmi attım USB'ye ve gece salonda seyretmeye başladım... 

EFSÂNE FİLM REPLİKLERİ VI




" Me fifth element - supreme being. Me protect you. "


Milla Jovovich, 'The Fifth Element' (1997) 





" My momma always said, "Life was like a box of chocolates. You never know what you're gonna get." "


Tom Hanks, 'Forrest Gump' (1994)





" Hasta la vista, baby. "


Arnold Schwarzenegger, 'Terminator 2: Judgment Day





" D-J-A-N-G-O. The 'D' is silent. "


Jamie Foxx, Django Unchained (2012)





" Are you not entartained? ARE YOU NOT ENTARTAINED? Is this not why you are here? " 


Russell Crowe, 'Gladiator' (2000)





" Now you're looking for the secret. But you won't find it because of course, you're not really looking. You don't really want to work it out. You want to be fooled. "


Michael Caine, 'The Prestige' (2006)





" No time for the old in-out, love, I've just come to read the meter. "


Malcolm McDowell, 'A Clockwork Orange' (1971)