Çok karakterli diziler başta göze hoş gözükür çünkü envai çeşit tip olması seyircinin dizi ile olan duygusal temasını pekiştirir, seyirciyi -bir iki ana karaktere sahip dizilere göre- daha bağlı yapar. Yalnız bu tehlikeli bir durumdur. Böyle genelleme yaparak gidersek onlarca paragraf olur o yüzden Under the Dome'a göre ilerleyelim. Pilot'ta ve ertesi bölümlerde önümüze sunulan "karton objelere" sonraki bölümlerde derinlik kazandırmak gerekli elbet fakat dozunu kaçırmamak lâzım. Eğer fazla konuşma ilave edilip ufak bir olay üzerinde tüm bölüm durulursa; hatta bunlara -sci-fi'ların vazgeçilmezi- yapmacık oyunculuklar eklenirse alın size soap opera; ülkemizde bilinen ismi ile: pembe dizi. Kubbenin dışında yaşananları göz ardı eden, "kasabada yaşananlar" temalı dizinin sonu kaçınılmaz pembe dizi olacaktır. İşte bundan korkuyorum. Diziye başlamadan önce tahmin etmiştim zaten, azıcık drama izleyen herkes gibi. Aslında gayet normal bir durum, sonuçta her dizi bir süre sonra saçmalamaya başlamaz mı? (saçmalamak: soap opera)
Bilimkurgu şovumuzun yeni bölümünün ana konusu -adından da anlaşılacağı üzere- salgın. Kasabada boy gösteren hastalıktan aşılarını yaptırmamış herkes etkileniyor, teker teker hastane yolunu tutuyor millet. 40 dakikalık bölümün ilk 20 dakikası -istisnalar hâriç ki birazdan değineceğim- hastaneye yerleşme sekansıyla geçiyor. Dizinin bütün karakterlerinin aynı binada toplanıp sürekli etkileşim hâlinde olmalarını izlemek hem zevkliydi hem de sonraki bölümler için önem teşkil ediciydi. Herkes birbirini tanıyor artık. Sonlardaki duraksamalar ve zorlama oyunculuklar olmasaydı hastane sahneleri tam puan alabilirdi benden.
Big Jim ile Barbie geçende çıktıkları insanavından(manhunt) sonra yeni bir göreve çıktılar: İlâç temin etmek. Bir de baktılar ki keş papaz delirmiş, ilaçları yakacak! Evet, kıyamet sonrası deliren din adamı klişesi aynen devam etmekte; "Bunlar fırtınadan önceki sessizlik!" gibisinden cümleleri sarf etmekten de geri kalmıyor mübârek. Neyse ki bitirim ikili, ilâçları ele geçiriyorlar.
Big Jim, hastaneden ayrılmadan önce sosyopat oğluna insanların binadan dışarı çıkmasını engelleme vazifesini vermiştir; tüfeği de tutuşturmuştur eline. Junior, dizideki ilgi çekici tek karakter bence. Ne yapacağı kestirilemiyor, üstünde sürekli değişen ruh hâlleri baskın ve içi dışı bir değil. Senaristler, bu karaktere "gerektiği" ağırlığı verirse çok iyi olur, çok da güzel iyi olur.
Joe ve kız arkadaşının da mistik storyline'ı var. Deneyden sonra videoyu izlediklerinde Joe'nun "Şşşşt!" yaptığını görüyorlar. Seyircinin merakını körükleyen gizem perdesinind yanısıra senaristlerin dizide asıl önemli icraatları ergenlerin gerçekleştireceğini müjdeleyen sahnelerdi.
Bölümü izlerken Julia'ya üzüldüm diyebilirim. Kocasını öldüren adamla takılıyor, yazık değil mi? Öğrenince tepkisi n'olacak acabâ...
Lezbiyen çiftler daha ön plâna çıktı "Salgın"da. Sarışın psikiyatrist kasabaya yararlı olabileceğini kanıtladı, zenci ise insülin aşırmaya çalıştı, ayıp etti.
Evet, dizinin bahtsız şahsına gelelim: Angie. Dört bölümdür "erkek arkadaşı" tarafından sığınakta esir tutulan kız az kalsın boğularak ölecekti eğer bölümün sonunda Big Jim farketmeseydi. Tam da Junior için işler iyi gidiyordu, "babamın göğsünü kabarttım" düşüncelerine dalmıştı. Babası evlatlıktan reddederse hiç şaşmam, acımam da.
Fazla söylenecek söz yok. Bölümün tek kötü olduğu konu Linda ile öğretmeni arasındaki başarısız oyunculuklar eşliğinde pembe dizi diyaloglarıydı. Yapmacık oyunculuklar da devam ediyor. Düzelir umarım.
8/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder