Efsâne Film Replikleri III



" Welly, welly, welly, welly, welly, welly, well. To what do I owe the extreme pleasure of this surprising visit? "
Malcolm McDowell, A Clockwork Orange (1971)



" It wasn't me, It was the one armed men. "
Jim Carrey, The Mask (1994)



" I'm not gonna hurt ya, I'm just gonna bash your brains in. "
Jack Nicholson, The Shining (1980)



 " Nevertheless, upon leaving this spark of earthly existence, I have this to say: I shall see you ALL soon - very soon... "
Charles Chaplin, Monsieur Verdoux (1947)



" God is not on our side because he hates idiots also. "
Clint Eastwood, Il buono, il brutto, il cattivo (1966)

THE INCREDIBLE BURT WONDERSTONE: Yeniden dirilmek

Sihirbaz filmleri nadiren çıkar. Hatta yıllarla ifâde edilebilecek kadar nadir. 2006 yapımı Christopher Nolan'ın The Prestige'i ve aynı yıl vizyona giren Edward Norton'lı The Illusionist, ciddi, dramatik sihirbaz temalı filmlerdi. Kezâ geçtiğimiz ay gösterime giren Now You See Me... Yalnız komedi türünde sihirbaz filmleri vardır ki bazıları takdire şayan. Peki absürd komedi türündeki The Incredible Burt Wonderstone takdire şayan mıdır?


Sihirbazlığı, illüzyonistliği birçok kişi şaşırtıcı bulur. Şaşırtıcıdır da aslında. Lâkin biliriz ki o yaptıkları şeylerin hepsi birer numara ve bu numaralar el çabukluğuna dayanıyor. Seyirciye hep aynı numarayı yaparsanız sıkılacaktır. Bir süre sonra gelmemeye başlayacaktır. Misâl 10 yıl boyunca aynı şaklabanlıkları yaparak seyirci elinizde tutamazsınız zirâ seyircinin dikkatini yeni sihirbazlar çekecektir.

Burt(Steve Carell) ve Anton(Steve Buscemi) çocukluklarından beri en iyi arkadaşlardır. Film bize açılış sahnesinde Burt'ün Anton'la tanışmasını gösteriyor, hemen sonraki sahnede de sahne şovunu. "Nasıl işi ilerlettiler?", "nasıl sihirbaz olup bu kadar ilerlediler?", "ikiliyi bu kadar eşsiz yapan vasıf ne?" gibi sorular havada kalıyor. Neyse, "absürd komedi" deyip geçelim.


Anton sessiz sakin ve çalışkan biriyken Burt kibirli, ukala, sonradan görme, zaman zaman saygısız ve kadın düşkünü bir insandır. Bu huyları yüzünden Burt'ün bardağı taşıracağı son damla, 30 yıllık arkadaşlıklarını ve 15 yıldır sergiledikleri sahne şovunu sonlandıracaktır.

Film, adından anlaşılacağı üzere, Burt'e odaklanıyor. Diğer sihirbazları ise medya araçlarından, çoğunlukla TV'den görüyoruz.


Diğer sihirbazlar demişken; Jim Carrey'den bahsetmedim, değil mi? Jim Carrey, Steve Gray adında bir... sihirbaz mı desem bilemedim. Film boyunca yaptıklarını sayayım size, kendiniz karar verin: Yanağını kesip para çıkartma, ateşin üstünde sabaha kadar uyuma, at kostümüne girip kendini dövdürtme, çişini günlerce tutma ve kafatasını matkapla delme... Ne kadar bunların sihirle uzaktan yakından alakası olmasa da yeni nesil, Steve Gray'i seviyor. Steve büyüdükçe, kahramanımız düşüyor.

Film, Burt'ün çöküşünü, sonra toparlanıp yeniden yükselişini konu alıyor diyebiliriz. Kısaca, İngilizce'de denildiği gibi, "Resurrection" yâni yeniden diriliş.


Filmde aynı zamanda Olivia Wilde, Oscar ödüllü aktör Alan Arkin ve geçtiğimiz günlerde vefat eden James Gandolfini de yer alıyor. Wilde, Burt'ün asistanı; Alan Arkin, Rance Halloway isimli Burt'ün küçükken çok sevdiği sihirbaz idolü rolündeyken James Gandolfini, zengin bir otel sahibi ve işveren olarak karşımıza çıkıyor.

Oyunculuklar, bazı yerlerde çok yapmacık. Hele çocuk oyuncular, tamam yaşları küçük diye eleştirmek istemem ama, berbatlar. Sahne arkasından sufle mi alıyorlar acabâ diye düşünüyorsunuz.  Yine de genel olarak baktığımızda oyunculuklarda sorun yok, bir komedi filminden bekleyeceğiniz tarzda herkes.


Filmde aynı zamanda karakter değişimleri de gördüm. Sürprizini kaçırmayayım, şöyle örneklendireyim. Bir adam, önce naz yapıyor, triplere giriyor, aradan 12 saat geçtikten sonra eski hâlinden iz kalmıyor (izleyip de okuyan varsa anlayacaktır). Filme yüzeysellik hâkim olmasına rağmen, bu ani değişimler gözden kaçmıyor.

Olumsuz görüşleri bir kenara bırakalım şimdi. Filmin olumlu yanlarını tek tek sayayım uzatmadan: Kahkaha atacağınız bolca sahne mevcut. Jim Carrey kariyenin en iyi oyunculuklarından birini sergilemiş; yer aldığı her sahne son derece komik. Karakterlerin girdiği kılıklar ve saç stilleri inanılmaz. Film için seçilen müzikler şölen havası yaşatıyor.


Uzun lafın kısası The Incredible Burt Wonderstone, keyifli dakikalar geçirtecek bir aile filmi. Sırf Jim Carrey için izleyin derim ben. Sihirbaz filmleri nadir çıkıyor, fakat çıktığında da hakkını veriyor. 10 üzerinden puanım 7.

YÜZÜKLERİN EFENDİSİ Kralın Dönüşü: "Ve göçer Ecthelion oğlu Denethor..."


Efsâne serinin son bölümü tam üç saat. Genişletilmiş versiyonu(Extended Edition) ise 4 saat 20 dakika. İlk cümle olarak bunları yazdım zirâ birçok insan sırf uzun süreli olduğundan izlemiyor bazı yapımları. 2 saatten uzun filmler için dayanamam diye sinemasına gitmeyenlerin sayısı bir hayli fazla. Yalnız bazı filmler vardır ki süresine bakılmaksızın izlenir, izlenmesi gerekir. Kralın Dönüşü, hatta tüm LOTR serisi, örnek olarak...


Esas soru şu: bu üç saat içerisinde sıkılacak mıyız? Film bize ne sunabilir ki üç saat(EE 4,5 saat) başında durabilelim? Garanti veriyorum izlerken sıkılmayacak kimse. Zaten bu satırları okuyan herkes filmi seyretmiştir. Neyse, siz de "uzun süreli" diye LOTR izlemeyen birisine anlatırsınız. 

Üçüncü bölümü tek cümleyle ifâde edersem: İki Kule'nin gelişmiş sürümü. 


3 saat boyunca bize savaş, dram, gerilim, ihanet, entrika, ölüm, arkadaşlık-dostluk, sadakat, aşk vb. temaları sunuyor The Return of the King. Tümünü de -diğer filmlerinde olduğu gibi- başarıyla işliyor yönetmen Peter Jackson. Zaman zaman şiirsel-felsefî bir hava yakalayan filmde her duyguya kapılacaksınız.


Müzikleri yine Howard Shore'dan çıkma filmin dört beş adet final sahnesi bulunuyor. Bu sahneler seyirciye duygu boşalması yaşatıyor âdetâ ve seriyi muhteşem bir şekilde sonlandırıyor.


95 milyon dolarlık bütçesine karşılık dünyâ çapında 1 milyar 120 milyon dolar hasılat elde eden yapım, aday olduğu 11 Oscar dalının hepsini kazanarak sinema tarihine adını altın harflerle yazdırıyor. Bu başyapıtı izlemeyen bin pişman. 10 üzerinden -tartışmasız- 10 puanı hak eder.

YÜZÜKLERİN EFENDİSİ İki Kule: "Kıymetlimissss..."



İlk bölümün sonunda neler olmuştu, hatırlayalım. Gandalf ateşli(o anlamda değil mübârek)yaratık Balrog'un peşinden aşağı düşmüştü, Boromir ölmüştü, Frodo ve Sam gruptan ayrılmışlardı, Merry ve Pippin, Uruk-hailar tarafından kaçırılmışlardı. Yoldaşlık dağılmıştı...


Serinin ikinci filmi "İki Kule" kaldığı yerden devam ediyor ve kafalardaki soru işaretlerine yanıt veriyor.

Birçok yan hikâyenin oluşması, derinselliğin daha ön plânda olması, bir deri bir kemik yaratık Gollum'un ve konuşan ağaçların(Ent) filmde yer alması filmin ilk bölüme göre farkları olarak sıralanabilir. Yalnız en büyük fark, sinema tarihinin en görkemli savaşlarından birine tanık olmasıdır.

Karakterler dağılırsa, senaryo da dağılır. Dağılan senaryoyu toparlamak ve ortak bir noktada buluşturmak, bu işlemleri yaparken seyircinin filme odaklanmasını, filmden kopmamasını sağlamak yönetmenin kurgusuyla sağlanır. Peter Jackson bu görevini başarıyla gerçekleştiriyor ve ne kadar usta bir yönetmen olduğunu tüm dünyâya gösteriyor. 
Savaştan söz etmiştim, değil mi? Evet, Yüzüklerin Efendisi: İki Kule'de bir kuşatma savaşı yer alıyor. Kanlı manlı, oklu moklu, insanlı yaratıklı... Resmen savaş. 30 dakika süren ork kuşatması ve ardından gelen yenilgi, akıllardan silinmeyecek olaylara sahne oluyor ve seyirciye keyifli anlar yaşatıyor. 

Konuşan ağaçlara, yâni Entlere hiç girmeyeyim. Çünkü spoiler vermeden duramam bu konuda. Tek söyleyebileceğim, Entlerin içinde olduğu her sahne ilgi çekici. Zaman zaman da komik. Aynı şeyi Gollum(Sméagol) için de söyleyebiliriz.


İki Kule'nin tek eleştirilebilir yanı süresinin uzun olması olabilir. 2 saat 50 dakikalık bir yapım pek sık gelmez. O yüzden farklı elementler denemelisindir seyircinin uzun süreye rağmen filmi beğenmesi için. Jackson abimiz bunun da üstesinden başarıyla geliyor. 


Genelde bir üçlemede ilk bölüm çok iyidir, ikinci biraz sönüktür, üçüncü en iyidir. Yüzüklerin Efendisi'nde bu tam tersi. LOTR'da sıralama, bana göre, III > II > I şeklinde. 

10 üzerinden 9,5 verdiğim filmin son bölümünün eleştirisi yarın blog'da olacak.

DISTRICT 9: Duran gemi


9 Ağustos'ta vizyona girecek Elysium'un yönetmeni Neill Blomkamp'ın yazıp yönettiği District 9, beklentimin üzerinde bir yapım oldu.

1982 yılında, dev bir uzay gemisi Johannesburg'un üzerinde durur. Sadece duruyor, başka bir şey yapmıyor(bkz. başlık). Dünyâ çapında çok konuşuluyor bu olay tabii. İyice
düşünüp taşındıktan sonra gemiye girme kararı alınıyor. Gemide karşılaştıkları manzara bitkin düşmüş, hasta dünyâ dışı varlıklardır.

District 9(Yasak Bölge 9) nedir? District 9, Johannesburg'un dışında yaklaşık 1 milyon uzaylının yaşamlarını sürdürebilmesi için kurulan kamp sitesidir. Bir süre sonra District 9'da ayaklanmalar başlar. Ayaklanmaları başlatan prawn(uzaylı)lar değil, orada oturan yerel halktır. Olaylar gittikçe büyür ve hükümet District 9'ı boşaltma kararı alır. Sadece prawnlar'ın olacağı yeni bir site kurulacak ve sayıları Ağustos 2010 itibariyle 1,8 milyonu bulan prawnlar, orada hayatlarını devam ettirebileceklerdir. Uzaylıları tahliye etme görevi ise hükümet tarafından kiralanan özel askeri birlikler şirketine(MNU) verilir.

Görevin başında Afrikalı bürokrat, aynı zamanda başrolümüz Wikus van de Merwe(Sharlto Copley) vardır. Göreve MNU yöneticisi kayınpederi tarafından atanan Wikus kampa girip her prawn'a tahliye belgesi verip göç etmelerini isteyecektir. İşini yaparken beklenmedik bir olay meydana gelir. Tuttuğu silindirden yüzüne zehirimsi bir sıvı sıçrar. Sıvı, Wikus'un hayatını değiştirir ve filmde gelişecek olaylara zemin hazırlar. Bundan sonrasını spoiler vermemek adına anlatmıyorum...

Yukarıda yazdığım hadiseler filmin 30 dakikasını kapsıyor. Film 1 saat 52 dakika ve tempo çoğu zaman hat safhada. Seyircinin filmden kopmasını engellemek için elinden geleni ardına koymayan Blomkamp, konuyu da gayet başarılı ele alarak sürekli hareket hâlinde bir hava yakalamış. İki canlı türü arasındaki yakınlaşmayı, duygusal bağı iyi işlemiş. Yapımın kurgusunda sorun yok.

Yine de benim sinir olduğum bir durum var ki bahsetmeden geçemeyeceğim: Uzaylıya acımak. Sizi bilmem fakat şahsen ben, ne kadar karakter derinliği sağlansa da, şekilsiz yaratıklara acımayı klişe buluyorum.

Oyuncu kadrosuna baktığımızda tanıdık bir aktör/aktris göremiyoruz. Ancak her oyuncu rolünün ağırlığını kavramış ve ortalamanın üstünde bir performans sergilenmiş. Neill Blomkamp, Sharlto Copley'le iyi anlaşmış olacak ki yeni filminde ona da rol vermiş.

Yazının sonuna yaklaşırken filmin sonuna değinmek istiyorum. Sürprizi kaçmasın diye söylemiyorum lâkin District 9'dan daha şatafatlı bir final beklerdim. Bazı yerler yarım kalmış. İkinci bölümü çıkarsa düzeleceğine eminim.

Bu filmi izlememin iki sebebi vardı. Birincisi bilim kurguyu ve uzaylı senaryolarını sevdiğimden; ikincisi ise yönetmenin tarzını/kurgusunu anlarsam Elysium'u daha rahat yorumlayabileceğimden. Bilim kurgu severler kaçırmasın District 9'ı. 10 üzerinden puanım 9.

Duyuru


Arkadaşlar merhaba. 

Dün, iki haftadır beklediğim internet geldi. PC'den modeme kablosuz bağlanmak için kullanılan USB alıcıyı(ismini bilmiyorum) PC'ye takıp sürücüsünü yüklerken mavi ekran verdi. Sürücü Windows 8 ile uyumlu olmadığından herhâlde... Yüzüklerin Efendisi: İki Kule yazım da bilgisayarda kaldı. Bugün üçüncü bölümü izleyip iPad'de incelemeyi yazıp blog'a yüklemeyi düşünüyorum. İkinci bölüm biraz gecikecek maalesef.

Özür dilerim.

Düzenleme: Üçüncü bölümünki de hazır. Cuma'ya ikisi bir blog'da olacak,

YÜZÜKLERİN EFENDİSİ Yüzük Kardeşliği: Hepsine hükmedecek tek bir yüzük.


The Lord of the Rings'in Türkçe dublajını kimler yaptıysa ağzınıza sağlık. İngilizce deneyip de seyredemediğim tek film serisidir. Her karaktere mükemmel uymuş ses sanatçıları. Filmi Türkçe'yle özdeşleştirdiğim için başlığı da bu nedenle Tükçe yazdım. Peter Jackson haftasının ilk filmini, herkesin izlediğini varsayarak kısa keseceğim. Hâlâ izlememiş olan varsa bile, bu serinin ne kadar muazzam olduğunu illa ki duymuştur.

Bir yüzük var. Bu yüzüğü takan inanılmaz bir güce sahip oluyor, bazen de görünmez oluyor. Sihirli bir yüzük bu. Kulağa hoş geliyor, değil mi? Lâkin yüzüğün karanlık tarafı da var. Karanlık tarafı, sahibini etkisi altına alıyor, onu kendisine hayran bırakıyor, beynini sulandırıyor, birnevî tutsak ediyor. Anlayacağınız; yüzüğü takanın kafası güzelleşiyor, bir daha yüzükten ayrılmak istemiyor.

Üçlemenin üzerinde durduğu konu tek cümleyle ifâde edilebilir: Yüzüğü -yok edilebileceği yegâne yere- Hüküm Dağı'na götürüp oradaki ateşte onu kül etmek.

İşte bu konuyu üç kısıma ayırmış Peter Jackson abimiz. Birinci bölümde karakterler ve yüzük tanıtılır, cesur yoldaşlar ile yüzüğü eritme kararı alınır, yolculuklar esnasındaki entrikalar ve çatışmalar gösterilir. Kurgu süper, bir an olsun kopmuyorsunuz. 2,5 saatlik filmde her şey kusursuza yakın güzellikte.

J.R.R. Tolkien'in kaleme aldığı eserden filme uyarlanan Yüzüklerin Efendisi üç bölümden oluşuyor. Rahat altı bölüm olabilirdi aslında. Çünkü çıkarılan sahnelerle 2,5 saate indirgenen filmin asıl süresi 3,5 saat. Serinin diğer filmlerinde de aynı durum gözleniyor, hatta son bölüm 4 saat. Çıkarılmış sahnelerinin yer aldığı sürüm var. Buna "Genişletilmiş Versiyon/Extended Edition" deniyor.

Müzikleri ile de herkesden tam puan ve Akademi'den Oscar alan eserin kompozitörü Howard Shore. Filmi izledikten sonra hayatınız boyunca aklınızda kalacak besteler mevcut filmde.

Savaş ve dram sahnelerini destekleyen fonlar muhteşem.  Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği, Peter Jackson'ın hârikâ kurgusuyla bir başyapıt olarak sinema tarihine adını altın harflerle yazdırıyor. 10 üzerinden puanım 9.

Peter Jackson haftası


Merhaba. Bu haftaiçi sadece Peter Jackson filmlerinin incelemesini yazacağım. Sizin de ilginizi çekeceğine eminim. Programı vereyim hemen.

Bugün: Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği
Salı: Yüzüklerin Efendisi: İki Kule
Çarşamba: Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü
Perşembe: Hobbit: Beklenmedik Yolculuk
Cuma: King Kong

Bu arada, hâlâ internet bağlanmadı eve. Telefondan yazıyorum yazıları. Aslinda son iki gündür vardı internet, bu hafta yok. Ne siz sorun ne ben anlatayım; uzun mesele. 

Takipte kalın. Teşekkürler. 


Efsâne Film Replikleri II


" May the Force be with you. "

Han Solo, Star Wars (1977)



" Hasta la vista, baby. "

Arnold Schwarzenegger, Terminator 2: Judgment Day (1991)



" A census taker once tried to test me. I ate his liver with some fava beans and a nice Chianti. "

Anthony Hopkins, The Silence of the Lambs (1991)




" With great power comes great responsibility. "

Ben Parker, Spider-Man (2002)




" Bond. James Bond. "

Sean Connery, Dr. No (1962)



" Elementary, my dear Watson. "

Basil Rathbone, The Adventures of Sherlock Holmes (1939)



" My preciousssss. "

Gollum, The Lord of the Rings: The Two Towers (2002)



" You talkin' to me? "

Robert De Niro, Taxi Driver (1976)




" Gentlemen, you can't fight in here! This is the War Room! "

Peter Sellers, Dr. Strangelove (1964)



" I'm the king of the world! "

Leonardo DiCaprio, Titanic (1997)
                                  

BACK TO THE FUTURE PART III: Seriye yakışır bir son.


Eleştirmenler tarafından serinin en zayıf halkası olarak görülse de bana göre tam tersi...
BTTF Part III'ün ilk iki filme göre değişime uğradığı doğru. En büyük değişiklik kuşkusuz ki işin içine romantizmin de girmesi. Bir diğeri ise western türüne değinmeleri. Bu değişiklikler iyi mi olmuş kötü mü? Bence çok iyi olmuş.

Geleceğe Dönüş serisinin  komedi/macera/sci-fi'dan ibâret olmadığını görmek güzel. Şimdi dram ve western de işin içinde.


Serinin diğer filmlerine nazaran filme daha yavaş bir giriş yapıyor Geleceğe Dönüş III. İkinci filmin sonunda 1955'de mahsur kalan Marty'nin Doktor'u bulup ona olanları anlatması ve sonra berâber Delorean'ı yer altından çıkartıp 1985'e geri dönmesi gerekiyor. İşler "yolunda" giderken Marty, Doktor'un 7 Eylül 1885'te(mektubu yazdıktan bir hafta sonra) öldüğünü yazan bir mezar taşı buluyor. 1885'e dönüp Doktor'u kurtarma kararı alan Marty vakit kaybetmeden işe koyuluyor ve Eski Batı zamanına gidiyor...


Aslında tüm diyeceklerimi ilk iki bölüm eleştirimde yazdım. Bunda da pek farklı olmayacak görüşlerim. Göndermeler, değişmezler, performanslar aynı. Bu filmde favori göndermem Robert DeNiro'yu ti'ye almalarıydı. Marty'nin ayna karşısına geçip "you talkin' to me?" demesi çok güldürdü beni. Ve adını Clint Eastwood olarak değiştirmesi de hoştu. Clint Eastwood'a sormuşlar, izin istemişler adını kullanalım mı diye. O da razı olmuş ve hürmet duyacağını belirtmiş.

Doktor'un bir sevgilisi var. Clara adında bir hanımefendiye ilk görüşte aşık olan Emmett Brown, artık karar alırken hem kendini hem Marty'yi hem de Clara'yı düşünmek zorunda. Clara ile Doktor arasındaki sahneleri şahsen çok beğendim. 


Ünlü müzik grubu ZZ Top da filmde yer alıyor. Hatta filme özel hareketli bi' müzik bestelemişler. Dinlemek keyifli.

Amerikan müzik grubu ZZ Top'ın film için bestelediği "Double Back"i YouTube'dan dinlemelisiniz.

Diğer filmlerle bağlantılı olduğundan Back to the Future Part III'ü, I ve II'yi izlemeden izlerseniz
anlayamazsınız. Yine eğlenceli, komik bir başyapıt karşımızda. 10 üzerinden puanım 9.

BACK TO THE FUTURE PART II: 2015'te uçan arabalar...


Robert  Zemeckis'in "Who Framed Roger Rabbit" yapımının üzerinde çalışması nedeniyle ilk filmden 3 sene sonra 1988'de çekimine başlanan Back to the Future Part II, 1989'da vizyona girdiğinde yine beğenilmişti fakat ilk filme göre daha fazla eleştirilere maruz kalmıştı.

Kahramanlarımız bu sefer geleceği de ziyaret ediyor. Gelecek dediğimiz yıl, 2015. Yönetmen/yapımcılar 2015 yılını uçan arabalar, uçan kaykaylar ve kendiliğinden bağlanan ayakkabılar(Nike, filmde kullanılan ayakkabıların aynısını üretti birkaç sene önce) ile tasvir etmişler. Yıl 2013 olmuşken, iki sene sonra uçan arabalarla karşılaşacağımızı düşünmek bizi bayağı bi' hayalperest yapar. Baş yapımcı olarak Steven Spielberg'ün yer aldığı bir eserin 30 yıl sonrasını havada giden otomobillerle tasvir etmesini görmek şaşırtıcı.


Film boyunca hem geleceğe hem günümüze(1985) hem de geçmişe(1955)'e gidiyoruz. Dolayısıyla olay örgüsü büyüdükçe büyüyor. Bir an geliyor, film bitti diyorsunuz, sonra beklenmedik bir şey oluyor ve olaylar tam gaz devam ediyor. Normalde bu, iyi bir özellik. Fakat bundan birkaç tane olunca, hele de filmin bitmesine 10 dk. kalmışken, maalesef sıkılıyorsunuz.

Teknik ve oyuncu kadrosu değişmeyen filmin 1 saat 48 dakika süresi var. Fakat filmden çıktığınızda sanki 3 saat izlemişsiniz gibi geliyor. Asıl eleştiri kaynağı bu bence.


Oyunculuk olarak, hiçbir sıkıntı yok. Birkaç yerde takılmalar var, e olacak o kadar. Michael J. Fox'un performansı tam Oscar'lık. Kazanmamasını anlarım da nasıl aday olamamış, orasını anlamadım işte. Ayıp sana Akademi.

Geleceğe Dönüş üçlemesinin çok iyi olduğu bir alan varsa o da diğer filmlere yapılan akıllıca göndermeler. İlk filmin incelemesinde bahsetmiştim bundan. Daha önce hatırlamadığım kadar çok izlediğim filmde, bugün izlerken yeni bir detay takıldı gözüme. Marty McFly, 2015'e gittiğinde, kafeye girmeden önce yokluyor etrafı. Tam o sırada kadrajda "Jaws 19" filminin afişini ve tagline'ını görüyoruz. Jaws, 1975 yapımı bir Spielberg sinema eseridir. Tagline'da ise "This time is really, REALLY personal" yazıyor. Daha bitmedi. Yukarıda belirttiğim gibi baş yapımcı görevini üstlenen Spielberg -o zamanlar üç yaşında olan oğlunun ismini- "Max Spielberg"ü yönetmen olarak afişin hemen yanına eklemiş.


1955'teki olaylara geri dönüldüğünde veya 2015'e gidildiğinde karşılaştığımız manzara çok eğlenceli ve izlemesi keyifli. Kadrajda aynı oyuncunun birkaç hâlini görmek komik.

İlk film kadar başarılı olmasa da önümüzde duranın bir başyapıt olduğu tartışılamaz. 10 üzerinden puanım 8. 

Üçüncü filmin incelemesi de gelecek...





BACK TO THE FUTURE: Geleceğe dönmek...


Zamanda geriye veya ileriye gitme düşüncesi -gayet doğal olarak- bize her zaman cazip gelmiştir. Fakat geçmişte veya gelecekte zamanın akışını değiştirecek bir şey yaparsanız n'olur? Örneğin; Van Gogh'un zamanına gidip "yanlışlıkla" onu resim çizemeyecek hâle getirmek, Hitler'i çocukluğunda bulup onu öldürmek(kim istemez bu adamı öldürmeyi?), çok önceye gidip yazıyı MÖ 3200 değil de, MÖ 10.000'de icat etmeniz. Yahut 30 yıl önceye gidip annenizin babanıza değil de, size âşık olmasını sağlamak...

Yönetmen Robert Zemeckis, "bir annenin oğluna âşık olma" temasındaki taslağını Disney'ye satmaya çalışmış. Lâkin Disney, bu düşüncenin Disney ismi altında çok riskli görüneceğini düşündüğünden reddetmiş. Şu işe bakın ki Disney, o zamanlar böyle düşünen tek firmaymış. Diğer bütün şirketler, hiç de risk içermediğini düşünüyorlarmış. Hakikaten, riskli olacak nesi var?


Hangi tür olursa olsun bir filmin en önemli özelliği, sizi içine çekmesidir. Eğer olayın içine dâhil olursanız, sonrasını merak ederseniz, kâh güler kâh üzülürseniz, o film iyidir. Yalnız sadece izlemek için yapılan bir filmse, o film kötüdür. Bu kadar basit aslında.

"Geleceğe Dönüş" biraz yavaş başlıyor. Ki bu normal. Önce karakterlerin tanıtılması gerek. Ancak Marty McFly(Michael J. Fox) zaman makinesine atlayıp 1985'ten 1955'e gittiğinden beri filmin içine çekiliyoruz.

Filmde birçok zeki nükteler ve göndermeler bulunuyor. Benim en sevdiğim gönderme filmin "Ben, Darth Vader'ım. Vulcan gezegeninden geliyorum." repliği ile Star Wars'un seçilmiş kişisini, Star Trek evreninden Vulcan gezegeni vatandaşı yapması.


Veya bir başka örnek, 50'lerin aktörü 80'lerin Amerikan başkanını ti'ye almaları. Doktor(Christopher Lloyd), 30 yıl sonrasının başkanını sorduğunda "Ronald Reagan" yanıtını alınca şaşkına dönüyor. Reagan da sevmiş olacak ki bu sahneyi, filmi izlerken o anı geriye alıp iki defâ izlemiş ve çok gülmüş. Hatta 1986'daki bir konuşmasında şöyle demiş: "Geleceğe Dönüş filminde de dedikleri gibi, gittiğimiz yerde yollara ihtiyacımız yok!"

Forrest Gump, The Avengers, Van Helsing ve hatırlamadığım daha bi' sürü yapımın orkestrasının başındaki isim, Hollywood'un sevilen Amerikalı bestecisi, Alan Silvestri, Geleceğe Dönüş'de aklınızdan silinmeyecek fonlar hazırlamış. "The Power of Love" ve "Johnny B. Goode" parçalarının da yer aldığı film müzikleri ile de tam puan alıyor.


Bu efsâne seriyi seyretmediyseniz hemen seyredin, bu bölümle başlayın. İkinci ve üçüncü bölümlerinin incelemesini de blog'a koyacağım. Filme puanım 10 üzerinden 10.






WORLD WAR Z: Durursak ölürüz...


      Bugün itibariyle sinemalarda yerini alan zombi kıyameti temalı film, bu yazın en iyilerinden olmaya aday.


Başrolünde hepimizin tanıdığı ünlü oyuncu Brad Pitt'in olduğu filmde yönetmen koltuğunda Marc Foster oturuyor. Daha önce dram, romantizm, komedi türünde başarılı işlere imza atan Alman yönetmen, bu yapımı da başarıyla kurgulayarak çok yönlülüğünü kanıtlıyor. 

2-3 dakikalık bir jeneriğin ardından Gerry(Brad Pitt) ve ailesinin kahvaltı ettiği gösteriliyor. Sonraki sahnede aileyi arabanın içinde trafikte mahsur kalmış hâlde görüyoruz. İlerden bir patlama duyuluyor, Gerry kontrol etmek için arabadan iniyor ancak polis yanında bitiveriyor ve arabasına binmesini söylüyor. Söyler söylemez büyük bir araç, polisi motorsikletindeyken ezip geçiyor.

Konuyu uzatmadan hızlı bir giriş yapan World War Z, sizi ilk sahnesinden itibaren filmin içine çekiyor ve bitene kadar merak içerisinde izletiyor.

Buradaki zombiler(birkaç farklı ismi olabilir; ben böyle hitap edeceğim yazıda) biraz farklı. Bu sefer zombilerimiz koşuyor, atlıyor, zıplıyor, hopluyor, birlik olup otobüsleri deviriyor, üst üste binip en yüksek engelleri rahatça aşabiliyorlar. "28 Days Later"daki zombilerin üst versiyonu gibi. Açıkçası bu yaşayan ölü tasvirini sevdim. 

Herkesin/her şeyin bir zayıf noktası olduğu gibi zombilerin de var...

Hızla şehirden uzaklaşan kahramanımız ve ailesi Newark'a varıyorlar. Süpermarkete girip ilaç aldıktan sonra apartman bulup orada bir daireye sığınıyorlar. Bi' süre kaldıktan sonra helikoptere binmek için çatıya çıkıyorlar. Çatıdan aileyi alııyorlar ve büyük bir askeri üsse götürüyorlar. 

Tüm bu olan bitenleri kısaca yazıyorum siz de bu nedenle filmin monoton olduğunu düşünebilirsiniz. Düşünmeyin. Birçok olay meydana geliyor zirâ. Ve hiç sıkılmıyorsunuz, bir an olsun hikâyeden kopmuyorsunuz.

Devam edelim. Birleşmiş Milletler adına çalıştığını öğrendiğimiz Gerry, bir bilimadamı ve bir grup askerle berâber Güney Kore'ye gidecektir. Neden mi? Çünkü insanlığın son umudu olabilir bu yolculuk. Nasıl mı? Onu da siz izleyin görün mübârek.


Kıyamet temalı Dünyâ Savaşı Z'ye Brad Pitt sarı "yelesiyle" şahane uymuş. Artık Brad Pitt de dünyâyı kurtaran aktörler arasına adını yazdırmış oldu.

Film, bir saniye olsun durmak bilmiyor. Türü gereği birkaç klişeyi içinde barındıran filmde biraz senaryo boşluğu ve mantıksızlık da var(zaten zombi filminde mantık ne arar, öyle değil mi?). Yalnız bunlar filmin hareketli temposu arasında unutulup gidiyor.


Yazıyı bitirmeden önce 3D'nin iyi olmadığını söylemeliyim. Kanyon'da Real D 3D olarak izledim ve beğenmedim. IMAX'i bilmem ama 3D izlemeseniz bir şey kaybetmiş sayılmazsınız.

Max Brooks'un kitabından uyarlanan yapım, sizi 116 dakika boyunca koltuğunuza yapıştıracak, bilet paranıza kat kat değecek ve en önemlisi izlerken keyif aldıracak. 10 üzerinden puanım 8,5.







FOX, gelecek filmleri için yeni tarihler verdi


■ X-Men: Days of Future Past, 23 Mayıs 2014
■ Dawn of the Planet of the Apes, 18 Temmuz 2014
■ Michael Fassbender'lı Assassin's Creed: The Movie'nin çıkış tarihi ise 19 Haziran 2015 olarak belirlendi. 

Haber


Iron Man'i canlandıran 47 yaşındaki ünlü aktör Robert Downey Jr.'ın The Avengers serisinin ikinci ve üçüncü filmlerinde rol alacağı kesinleşti...

SKYFALL: Düşsün gökyüzü


James Bond'u duymayan yoktur herhâlde. 007 kod adlı MI6 ajanını her nesil farklı bir yüz ile tanımıştır. 60'larda Sean Connery, 70'lerin ikinci 80'lerin birinci yarısında Roger Moore, 80'lerin sonlarında Timothy Dalton ve 90'larda Pierce Brosnan ile özdeşleşen sinema tarihinin en uzun soluklu serisinin başrolünü 2006'dan beri Daniel Craig üstleniyor. Ve bu görevi başarıyla sürdürüyor.

Bu sefer deneyimli yönetmen Sam Mendes'in başında olduğu yapım, James Bond'un 50. yıl dönümüne yakışır güzellikte. Sinemasına iki kere gittiğim, blu-ray'ini alıp defâlarca seyrettiğim film âdetâ bir şaheser.

Film, 10 dakikalık bir aksiyon sekansı ile açılışı yapıyor. James Bond'un, MI6 ajanlarının listesini kaçıran adamı kovaladığını görüyoruz(bu sahneler İstanbul'da geçiyor). Kovalamacanın sonlarında trenin tepesinde dövüşürlerken Bond'un meslektaşı Eve(Naomie Harris), M(Judi Dench)'in verdiği emirle ateş ediyor ve yanlışlıkla Bond'u vuruyor. Metrelerce yüksekten aşağı düşüyor 007.

Yalnız burada mantık hatası var. O yükseklikten öyle bir pozisyonda denize düşen birisi oradan sağ çıkamaz. Sağ çıksa bile bir yeri kırılmış olarak çıkar illa ki. Keşke bu olsa tek mantıksızlık. Suya düştükten sonra şelaleye doğru sürükleniyor kahramanımız ve şelaleden de aşağı düşüyor. Süpermen'in başına aynı şey gelse O bile bi' çizik alır hafiften. Neyse, film deyip geçelim.

Bana doğru gelmeyen bir diğer hadise ise, madem Silva koskoca MI6'yı hackleyecek, füzeleri ateşleyecek kadar güçlü bir kişilik, niçin intikâm arzusuna yenik düşüp Bond'un peşine düşüyor? Hadi bu normal diyelim. Neden o kadar az adamla gidiyor savaşmaya? Bu denli güce ve zekâya sahip birisi olsam, yanıma alırım 100 askeri, dağıtırım her tarafı. Kendini niye riske atasın?

Tüm James Bond jenerikleri arasından bence en iyisi Skyfall. Hem görsellik hem de müzik bakımından. Yazıp söylediği şarkısı ile Oscar ve Altın Küre başta olmak üzere ödüllere boğulan Adele'i tebrik etmek gerek.

Oyuncu kadrosuyla da iddialı olan yapımda Daniel Craig, Judi Dench, Javier Bardem, Ralp Fiennes ve Naomie Harris gibi isimler yer alıyor. İlk filmde biraz sırıtan, ikinci filmde rolüne bürünen Craig, Skyfall'da master'ını yapmış.

Favori filmlerimden "No Country For Old Men"deki rolüyle Oscar kazanan Javier Bardem(Silva)'i anlatmaya ise kelimeler yetersiz kalır. Onu en iyi yardımcı erkek oyuncu adayı yapmayan Akademi'ye yuh diyorum. Ayrıca sekizinci kez James Bond filminde oynayan 78 yaşındaki aktres Judi Dench de en az bu iki oyuncu kadar başarılı performans sergilemiş. Uzun lafın kısası, oyunculuklar kusursuz.

150 milyon dolarlık bütçesine karşılık -dünyâ çapında- 1 milyar dolardan fazla hasılat yapan Skyfall, örnek alınması gereken bir eser. En iyi müzik ve en iyi ses montajı Oscarlarının da sahibi olan yapım, gerçek bir başyapıt. 10 üzerinden puanlamak gerekirse filmin benden alacağı puan 9 olacaktır.

James Gandolfini hayatını kaybetti.


Dün İtalya'da kalp krizi geçirerek 51 yaşında hayatını kaybeden aktörü unutmayacağız.

Huzur içinde yat, Tony Soprano...

http://www.guardian.co.uk/p/3gymc

THOR: Gerçekten bir Thor filmi mi, yoksa The Avengers preguel'i mi?


Marvel, birçok süper kahramanı içerisinde barındıran geniş bir evren. Spiderman, Iron Man, Hulk gibi kurgusal karakterlerin yer aldığı bu evrende her kahramanın kendine has bir hayran kitlesi var. Şu an günümüzde en çok tutkunu olan kahramanlar Spiderman ve Iron Man'dir. Spiderman zaten uzun süredir seviliyordu, Iron Man severler ise son birkaç yılda öne çıkmaya başladı. Bunu da John Favreu'ya borçlu olmalılar. 2008'de çıkan ilk film tabiri caizse herkesin içindeki Demir Adam aşkını uyandırdı.

"Kaptan Amerika hayranıyım.", "Spiderman'i çok severim.", "Hulk favori kahramanımdır." diyenle karşılaştım lâkin bir Thor severle karşılaşmadım ben, ya siz?

Demek istediğim, Thor'un geniş bir hayran kitlesine sahip olmadığı. Aslında olabilir. Nasıl mı? Başyapıt sayılabilecek bir sinema eseri yaratarak. 2011 yapımı Thor, bir başyapıt mı peki? Bu film Thor'un hayranlarının artmasına sebep olabilir mi? Hayır, bence olamaz.

"Olamaz" demek filmin kötü olduğu anlamına gelmiyor.

Kadroya bakalım önce: Chris Hemsworth(Thor), Tom Hiddleston(Loki), Natalie Portman(Jane), Anthony Hopkins(Odin), Colm Feore(Laufey), Stellan Skarsgard(Erik) ve diğer yan karakterler. Chris Hemsworth'ün sırıtkan zorlama performansı dışında sıkıntı yok oyunculuklarda.

Film, Jane ve ekibinin Thor'a arabayla çarpması ile başlıyor. Bu kısa seküansın ardından flashback yapıyoruz. Biraz uzun bir flashback, 20 dakika kadar. Karakterleri bize tanıtan bu açılışta Asgard ve Jotunheim da yer alıyor. Hatta Jotunheim'da zevkli çatışma sahneleri izliyoruz.

Gezegenler tamamen bilgisayarla yapılmış. Özellikle Asgard için fazlasıyla kullanılan CGI efektleri göze genelde hoş gözükse de -çoğu CGI gibi- bazı yerleri çok uyduruk.

Oğlunu cezalandıran "herkesin atası" Odin, O'nu ve çekicini elinden alıp Dünyâ'ya sürgüne gönderiyor . Dünyâ'da sıkışıp kalan Thor, astrofizikçi Jane'in grubundan yardım alıyor. Jane ile duygusal bir bağ kuran karakterimiz, çekicini almak için çabalıyor film boyunca.

Filmde bir sahnede Hawkeye(Jeremy Renner) da gözüküyor. Şahsen çok sevdiğim bir aktör olan Jeremy Renner'ı üç dakika görmek bile yetiyor.

The Avengers'da konu bütünlüğünü sağlamak amacıyla "Haydi Thor'u da tanıtalım da kim olduğunu bilsinler" zihniyetiyle çekilmiş, belli. Daha iyi bir yönetmenle daha iyi bir iş çıkartılabilirdi, Iron Man kadar başarılı olabilirdi Thor. The Avengers'ın çıkış senesi 2012 olarak plânlanmasaydı uzun süre, belki de hiç Thor filmi göremezdik diye düşünüyorum.

Bazı yerlerde sıkılabilirsiniz izlerken fakat filmden kopmayacaksınız, bunun garantisini verebilirim. 10 üzerinden puanım 7.

Telefondan yazıyorum bunları, internet henüz gelmedi eve. Bazı yerleri atlamış veya yanlış yazmış olabilirim, affola. İnternet bağlanınca her filmi daha ayrıntılı ele alacağım, haberler paylaşacağım, dosyalar oluşturacağım. Back to the Future'ın üç filminin eleştirisini çoktan yazdım bile. 

Not: Yarın WORLD WAR Z incelemesi blog'da olacak.


MR. DESTINY: "Bay" Kader...


Patronu tarafından kovulan Larry Burrows(James Belushi, akşam evine giderken arabası bozulur. Şansa bakın ki bugün onun 35. doğum yıldönümüdür ama herkes unutmuştur. Çekici çağırmak için yakınındaki mor ışıklı bara giren Larry içeride barmen Mike(Michael Caine) ile karşılaşır. Mike sihirli bir adamdır, bir "melek" gibi. Ve Larry'ye hayatının dersini vermek üzeredir.

Kahramanımız çekiciyi aradıktan sonra masaya oturur ve hayatı hakkında şikâyet etmeye başlar. 21 yıl önce bir beyzbol maçında topa vuramayıp takımının kaybetmesine vesile olan olayı hatırlarak hayıflanır. "Evden işe, işten eve. Biraz heyecan istiyorum" hayatımda der ve Mike ona kendi karışımı olan bir içki sunar. 

İçkiyi içen Larry dışarı çıktığında karşılaştığı manzarayı görüp şok olacaktır.1970 senesinde o topa vuran Larry, maçın kahramanı olmuştur ve dolayısıyla popülaritesi artmıştır. Hayatında bir dönüm noktası olan o maç yeni hayatının zeminini hazırlamıştır.

Bundan sonrası önceden tahmin edebileceğiniz sahnelerle dolu filmde adamımızın şirketin patronunun kızıyla evlendiğini, şirketin başına geçtiğini, çok zengin olduğunu, büyük bir köşkte oturduğunu görüyoruz. Aynı zamanda çevresindekilerin kendisine komplo kurmaya çalıştığını, işçileri kovması yüzünden sendika başkanı eski karısının Larry'den nefret ettiğini ve çocukluk arkadaşı Clip'in patronundan korktuğunu görüyoruz. 

1 saat 50 dakikalık filmin bize vermek istediği mesaj açık: Sahip olduklarının değerini bil. Kaybetmeden sahip olduklarımızı bilemeyiz belki lâkin Mr. Destiny bize bunun dersini veriyor. Larry Burrows'un, eski eşinin "Madem hayatın çok güzeldi, neden değişmesini istedin?" sorusuna yanıtı filmi özetliyor sanırım: "Çünkü neye sahip olduğumu bilmiyordum."

Sırf bu dersin alınabilmesi için izlenmesi gereken bir film Mr. Destiny. Fazla uzatmaya gerek yok, izlerken sıkılmayacağınız ortalamanın üstünde 1990 tarihli bir yapım duruyor karşınızda. 10 üzerinden puanım 7.

DUYURU


Taşındığımdan -Cumartesiden- beri evde internet henüz kurulmadığından pek aktif olamıyorum. Son iki incelemeyi telefondan binbir uğraşla yazdım desem yeridir.

İnternet bağlanır bağlanmaz Back to the Future(Geleceğe Dönüş) serisinin incelemesini yayınlayacağım. Şu an ilk iki film hazır, üçüncü de yarına hazır olacak.

Takipte kalın.

Teşekkürler. 


THE CALL: "Yaptım bile."


ABD'de geçtiğimiz ay giren ancak ülkemizde 5 Temmuz'da vizyona girmesi plânlanan The Call, Brad Anderson yönetmenliğinde bir "gerilim" filmi. Başrolünde Halle Berry'nin yer aldığı yapımın incelemesine hemen geçiyorum.

Bizdeki 155, 110, 112 gibi numaraların bileşimi olan 911'de operatör olarak çalışan Jordan Turner(Halle Berry) çağrılara cevap vermekte, gerektiği zaman -duruma göre- mekâna polis, ambulans, itfaiye vs. gönderebilmekte. Bir akşam, santrale bir arama gelir. Jordan telefonu açar ve genç bir kızın "Evime zorla girmeye çalışıyor. Yalnızım, korkuyorum" demesiyle hareketlenir. Hemen ona sakinleşmesini söyleyen Jordan, üst kata çıkıp ondan yatağın altına saklanmasını ister. Tam tehlike gitti sanılırken telefonu yanlışlıkla kapatan kızı tekrar arayan Jordan, kızın ölümüne sebep olur zirâ çalan telefonu kâtil duymuştur.

Bu olaydan sonra Jordan suçluluk duygusuyla operatörlük mesleğini bırakıp santralde çaylaklara eğitmen olarak göreve başlar.

Yaklaşık 15 dakika süren bu başlangıç, öylesine bir başlangıç değil. Filmde sonraki olaylara karşı bir iskelet görevi görüyor.

Çaylakları eğitirken bir arama daha gelir. Masabaşına öğrencisini oturtan Jordan olayın ciddi olduğunu kavrayınca 6 ay önce bıraktığı işini hiç istemese de tekrar yapmak zorundadır. Yine genç ve sarışın bir kızın giden bir arabanın bagajında mahsur kaldığını öğrenir. İşte film burada başlıyor. Daha ilerisini spoiler vermemek adına anlatmıyorum.

Eğer kız kaçırma temalı bir film çekilecekse öncelikle eşsiz bir "tat" yakalanmalı. Filmde eşsiz bir tat var mı? Yok. Çok gördük biz bu kaçırılma senaryolarını. İzleyiciye yeni bir şey sunmayan The Call'un -zaman zaman tökezlese de- iyi bir tempo yakaladığını belirtmeliyim. 49 yaşındaki Amerikalı yönetmen tempoyu üst düzeyde tutmak için elinden geleni yapıyor.

Filmde seyretmesi keyifli sahneler var. İzlerken gerçekten bir heyecan geliyor. Spoiler olmasın diye söylememeliyim. Yalnız üç-dört adet var bu sahnelerden.

Film, üç oyuncu etrafında dönüyor. Jordan Turney, kaçırılan kız Casey Welson, katil/kaçıran kişi Michael Foster(Michael Eklund). Üç oyuncunun da oyunculukları çok iyiler. Bu konuda bir sıkıntı yok. Filmi izlerken sanki gerçekten yaşanmış bir olayın içine çekileceksiniz. Özellikle Michael Eklund'u izlemek çok zevkli.

Yazının sonlarına gelirken, yönetmenin kurgusunun iyi olmadığını söylemek gerek. 15 dakika süreyi bir olaya ayıran Brad Anderson, filmin sonunu gereksiz bir ivedilikle işlemiş. Hele sonu hiç olmamış, yarım bırakmış.

Arkanıza yaslanıp patlamış mısırınızla izleyebileceğiniz The Call, sinemada izlenirse bilet parasına değer mi bilmem. Fragmanı seyredip siz karar verin. Filme 10 üzerinden puanım 6. 


THE AVENGERS: "Sıkı tutun, Legolas!"


Geçtiğimiz yıl Mayıs'ta seyirciyle buluşan, ünlü Marvel kahramanlarının bir araya gelerek takım oluşturdukları süper kahraman yapımı The Avengers(Yenilmezler), 220 milyon dolarlık bütçesine karşılık yaklaşık 1,5 milyar dolar elde edip "The Avatar" ve "Titanic"den sonra en çok gişe hasılatı yapan üçüncü film olmuştu. Çoğu kişi tarafından sevilen yapım, en çok filmin yavaşlığı sebebinden eleştirilmişti.

Dün taşındığımdan dolayı yorgunum hâlen, o yüzden fazla kafa yormayıp filmde iyi ve kötü bulduğum vasıfları sırayla aşağıya yazacağım; kötüden iyiye doğru olacak şekilde.

Hem yönetmen hem senarist görevini üstlenen Joss Whedon, filmi yavaş işlemiş. Aksiyon sahnelerinin üç katı kadar konuşma içeren filmde birçok gereksiz sahne mevcut. 2 buçuk saatlik The Avengers, 1 saat 40 dakika-2 saat arası bir süreye rahatça indirgenebilirdi. Şayet öyle olsaydı izleyiciyi zaman zaman sıkan hiçbir sahne yer almayacağı gibi filmden daha fazla keyif alınırdı.

Üstelik Joss Whedon, filmin aslında 3 saat olduğunu belirtmiş. Sonradan çıkarılan yarım saatin çoğu, Kaptan Amerika'nın geleceğe(bildiğiniz gibi kendisi 70 yıl boyunca donmuş hâldeydi) alışma sürecini konu alıyormuş. Çıkarılan sahnelerden tam anlamıyla vazgeçilmiş değil; bu sahneler "Captain America: The Winter Soldier"(2014) filminde kullanılacakmış...

Bir diğer değinmek istediğim nokta ise oyunculuklar. Dediğim gibi, birçok konuşma sahnesi içeriyor film, dolayısıyla oyuncuların gösterdikleri performans önemli. Samuel L. Jackson(Nick Fury) ve Robert Downey Jr.(Tony Stark)'ın oyunculuklarını başarılı, Mark Ruffalo(Bruce Banner), Scarlett Johansson(Natasha Romanoff) ve Jeremy Renner(Clint Barton)'ın performanslarını ortanın üstünde, diğer oyuncularınkini ise vasat buldum.

Gelelim iyi özelliklere.

Kaliteli ve eğlenceli aksiyon-dövüş sahnelerinin bol olduğu bir yapım Yenilmezler. Sevdiğimiz süper kahramanların birbiriyle kapışmasını ve sonra takım olarak çalışmalarını izlemek gerçekten inanılmaz keyifli. Filmi izleyen herkesin benle bu konuda hemfikir olduğunu düşünerek yazının sonlarına
sonlarına yaklaşıyorum.

CGI efektleri üzerine kurulu The Avengers, teknolojiyi sonuna kadar kullanmış ve bizlere hârikâ bir görsellik sunmuş.

Evet, bu filmi hâlâ izlememiş olan varsa izlesin efendim. 10 üzerinden puanım 8,5.

DUYURU

Merhaba arkadaşlar.

Man of Steel incelemesinden önceki iki gün(dün ve Çarşamba) bir şey yazamadım blog'a. Bu haftasonu da pek yazacağımı düşünmüyorum. Bunun nedeni, bu hafta taşınacağım. O yüzden aktif olacağımı sanmıyorum birkaç gün. Benim hedefim her gün bir şeyler yazıp sizinle buluşturmak. Bunun için elimden geleni ardına koymayacağım.

Blog'umun 25 düzenli takipçisi var. Hepinize teşekkür ederim, takip etmeye devam edin. 

Saygılarla, 

Aydın Algül. 



MAN OF STEEL: Dünyâyı kurtarma sırası Superman'de




11:15 gibi erken bir saatte sinemada seyrettiğim Man of Steel için büyük beklentiler içinde değildim. Çünkü bir Supermansever değilim, çizgi romanlarını da okumadım, filmlerini de izlemedim(sorsan tüm filmlerini bilirim ama), diğer süper kahramanlara duyduğum ilginin onda birini Superman'e duymadım. Bunun sebebi bence hakkında, Batman, Iron Man, The Incredible Hulk vs. süper kahraman yapımları gibi, nefes kesici bir eser yapılmaması(Birden çok nedeni olabilir bu durumun, ama asıl neden bu olmalı). Neyse, uzatmadan filme geçeyim.




Öncelikle, Çelik Adam bir orijin filmi olduğundan karakter derinliği elbette olacak. Önce karakterleri, sonra iç dünyâlarını gösterirsin. Makul bir süre içinde kişiyi iyice tanıtman gerekir. Bu süre eğer 140 dakikalık filmin yarısını kapsıyorsa sorun var demektir. Anlatılmak istenen zaten anlaşılıyor, uzatmanın manası yok. Zack Snyder, filmi yüzeysel göstermemek için bazı sahneleri gerçekten uzatmış. Film boyunca sıkıldığım bayağı sahne oldu.

Süper kahraman filmlerinde en önemli şey, bana göre, mümkün olduğunca gerçekçi olmaktır. Şimdi gerçekçi olmak dedim de, gözlerinden ışınlar saçan, uçabilen, vücûduna mermi işlemeyen birisi ne kadar gerçekçi olabilir? "İnandırıcı" diyelim biz ona.

Man of Steel bana hiç inandırıcı gelmedi. Tamamen film için hazırlanmış repliklerin, gerçek hayattan uzak olduğunu düşünüyorum. Daha ilk sahnede(zararsız spoiler alarmı), bir darbe oluyor, askerler devlet(ya da ülke, gezegen; her neyse...) büyüklerinin bulunduğu odaya giriyor, General Zod yaşlı bir bayanı vuruyor, Superman'in babası Jor-El(Russell Crowe) hiçbir şey olmamış gibi olanları izliyor. Sonra Zod "gel bana katıl" gibisinden bir şey söylerken Jor-El hiç düşünmeden "sen mi liderimiz olacaksın?" benzeri bir soru soruyor. Böyle bir vaziyette sorulacak soru değil bu, film için yazılmış olduğu belli. Sizi bilmem ama böyle uyduruk replikler beni her filmde rahatsız eder.


Genel olarak gayet başarılı bulduğum CGI'ı, dövüş sahnelerinde izlemek zevkli olduğu kadar sıkıcı da. Zirâ filmin son 30-40 dakikası yüzde yüz Superman ile Zod kavgasından ibâret. Filmin bir an önce bitmesini istediğim anlar oldu. Zack Snyder fazla güvenmiş ve olabildiğince üzerinde durmuş efektlerin; film sırtını CGI'a dayamış diyebiliriz. Yalnız Kripton gezegeninin tasvirini çok beğendiğimi de belirtmem gerek.

Müziklere gelelim. Filmin soundtrack'leri usta besteci Hans Zimmer'in elinden çıkma. Baştan sona, her tempoya uygun müziklerle Zimmer, çok iyi iş çıkartmış. Tebrik etmek lâzım.


Oyuncu performanslarını birkaç aksaklık dışında başarılı buldum. Henry Cavill'in yüzü çok iyi uymuş Superman'e; oyunculuk olarak da ne kötü ne iyi, tam ortası. İkinci filmde daha iyi performans sergileyecektir. Russell Crowe'un da zaman zaman yapmacık olduğu yerler vardı ama genel olarak iyiydi. Kevin Costner zaten üç defâ gözüktü filmde, iki Oscar ödüllü aktör(kendisi en sevdiğim oyunculardandır) oynadığı sahnelerin hakkını vermiş. Amy Adams ve Laurence Fishburne iyiydiler.

Yalnız filmin kilit oyuncusu(şimdi uydurduğum bir terimdir, anlamını sorsan söyleyemem) Michael Shannon, inanılmaz bir kötü adam olmuş. Bazı adamların doğasında vardır kötü adam olmak, Michael Shannon da bu adamlardan birisi olduğunu göstermiş Çelik Adam'da. Üst üste 4 kez "I will find him!" demesi beni bitirdi resmen.

 "I WILL FIND HIM!" 

Kaliteli dövüşlere sahip bi' film izlemek isteyen varsa kaçırmasın Man of Steel'i. 10 üzerinden puanım 6,5.

Duyuru


İki gündür siteyi boş bıraktım, bunun için üzgünüm. Bugün Man of Steel incelemesi ile karşınızda olacağım.

The Hobbit: The Desolation of Smaug - İlk fragman resmen yayınlandı


Hobbit serisinin ikinci filmi The Hobbit: The Desolation of Smaug(Hobbit: Smaug'un Viranesi)'un ilk fragmanı geçtiğimiz saatlerde resmen görücüye çıktı. 2 dakika süren fragmanda Yüzüklerin Efendisi'nden tandığımız Legolas'ın yanısıra Taurel ve Bree'yi de görüyoruz.



Hobbit: Smaug'un Viranesi, 13 Aralık'ta Amerika ve İngiltere ile aynı anda Türkiye'de sinemalarda.



Need For Speed filmi, 2014 yılında sinemalarda


Yıllardır beklenen Need For Speed yarış oyunu serisinin filmi hakkında detaylar dünkü E3 konferansında gün yüzüne çıktı. Filmin konusu, oyuncuları, yönetmeni, yazarları ve ilk kamera arkası görüntüleri resmen yayınlandı.

"Tobey Marshall" rolünde Aaron Paul

14 Mart 2014 tarihinde vizyona girecek filmin konusu şu şekilde:

Zengin iş ortağı tarafından suçsuz yere hapse atılan, hapisten yeni çıkan bir sokak yarışçısı intikâm alma düşüncesi ile ülkeyi baştan sona dolaş yarışına katılır. Eski partneri plânını öğrenir ve ölümcül yarış başlarken kellesine büyük bir ödül koyar.

Başrollerinde Aaron Paul(Breaking Bad) ve Dominic Cooper(Captain America, The Devil's Double)'ın yer aldığı yapımın yönetmeni Scott Waugh. Senaristler arasında Oscar adaylığı bulunan John Gatins'e George Nolfi(Ocean's Twelve, The Bourne Ultimatum) ile George Gatins eşlik ediyor.




The Walking Dead 4. Sezon


Geçtiğimiz günlerde AMC, The Walking Dead'in 4. sezonu hakkında bir video yayınladı. Dizi yapımcılarının sahne arkasında konuştukları bu videoda yapımcılar fikirlerini belirtiyorlar. 

Yapımcıların ağzından birkaç cümleyi çevirip aşağıya yazdım:

  • 3. Sezon daha yeni sona erdi ama biz hiç durmadık. Yazarlar, Ocak ayından beri çalışıyorlar ve bence 4. sezon en iyi sezonumuz olacak.
  • İlk bölüm, yeni showrunner'ımız Scott M. Gimple tarafından yazıldı.
  • Sezon prömiyeri için bir yönetmen seçme vakti geldiğinde bariz seçim Gregory Nicotero oldu.
  • Bu gerçekten muazzam bir onur. Daha önce yaptığım tüm çalışmalardan daha büyük.
  • Diziyi canlı tutmak için seyircilere karşı bir yükümlülüğümüz var. Diziye birçok yeni oyuncu geliyor ve bu konuda gerçekten heyecanlıyım. 
  • Seyircilerin hoşuna gideceği bir sürü karakter dönüşleri ve sürprizler var.


Eğer dizi, geçenlerde AMC kanalı yöneticisinin dediği gibi, 2022 yılına kadar devam edecekse, hiç şüphesiz, senaryoyu taze tutacak ve seyirciyi merak içinde bırakacak bölümlerin yapılması lâzım. Doğru yönetmenler ve senaristler bulunursa pekâlâ 10 yıl daha sürebilir, neden olmasın?

TWD 4. sezonundan internete sızan ilk fotoğraf


The Walking Dead, 4. sezonuyla 2013 Ekim ayında  geri dönecek.