1820'lerin Kuzey Amerikası'nda kürk ticaretiyle uğraşan bir grup, kızılderili saldırısıyla kişi sayısı tek basamaklı rakamlara indirgenmesinin ardından, bölgeyi bilen Hugh Glass'ın (Leonardo DiCaprio) rehberliğinde hayatta kalma mücadelesi verir. Bu esnada Glass, yalnız başınayken bozayının gazabına uğrar, vücudunun ölümcül yaralar alması sonucu, sürekli gözü açık ancak hareket edemeyen bir ağırlık hâline gelir. Eninde sonunda, yoldaşlarından Fitzgerald (Tom Hardy) oğlunu katleder, Glass'ı diri diri gömer ve maaşını toplamaya gider...
Bazı filmlerin konusu basittir; sade, öz, anlaşılır temalar üzerinden ilerler ve bu tip eserlerin büyük çoğunluğu tekdüze olmaya mahkumdur, çünkü seyircinin empati yapabileceği hisleri bir başka kanala yönlendirmeyi başaramaz, kimi durumda onlardan istifade eder. Bu bağlamda The Revenant’ın tartışmaya kapalı bir eski usul intikâm hikâyesi olduğu su götürmez. Fakat filmdeki her bir elementin kendi kategorisinde en üst kalitede oluşu Revenant’ı Revenant yapan temel özellik. Nereden başlasam bilemiyorum: Müzik, sinematografi, kurgu, oyunculuk, senaryo, yönetmenlik, atmosfer, görsel efekt, kostüm, set, dekor, prodüksiyon, makyaj, giysi, tasarım, manzara, fikir çeşitliliği… Gözünüzü ekrandan bir saniye bile ayırmanın çok yanlış bir seçim olduğunu film, başladıktan 5-10 dakika içinde dikte ediyo, dolayısıyla bu başyapıtı pür dikkat seyretmek kaçınılmaz oluyor.
Yine de bazı şeylerden bahsetmekte fayda var. Ki bunların başında, doğru tahmin ettiniz, yıllardır hak ettiği Oscar’ı alması, insanlığın ulvî amacı hâline gelmiş Leonardo DiCaprio geliyor. Evet, rahatlıkla bu sene o sene diyebiliriz, daha önce hiç emin olmadığımız kadar. Tom Hardy’ye de pay çıkarmak lâzım: Gözlerime inanamıyorum, hayret ediyorum. Bu adam nasıl birbirinden farklı, oynanması güç karakterleri ustalıkla canlandırdı, sadece canlandırmakla kalmayıp resmen derisine işledi: Max Rockatansky, Kray Kardeşler, The Revenant’ta Fitzgerald... Daha önce aynı sene içerisinde böyle bir performans ne gördüm ne duydum.
Alejandro Inarritu, görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ile birlikte tabiri caizse kameranın anasını ağlatıyor. Çekimlerin yüzde doksanı ya yakın plan ya manzara çekimi. Yakın çekimlerdeki detaylar inanılmaz büyüleyici, her ama her noktanın ayrı ayrı üzerinde durulmuş. Manzara çekimleri genelde sahne geçişleri arasında yapılıyor ve özellikle büyük ekranda izlerseniz kendinizi ormanın derinliklerinde hissetmemeniz elde değil. Lubezki, salt doğal ışıklandırmayla çektiği The Revenant ile üst üste üçüncü Oscar’ını alarak Akademi’ye ambargo koymaya çok yakın.
Özet olarak The Revenant sade görünmesine rağmen vaat ettiklerinden katlarca fazlasını olabilecek en iyi şekilde sunan, bu kadar basit bir öyküden bile dâhiyane şeyler çıkabileceğini kanıtlayan, sinema okullarında okutulması gereken bir ödül filmi. Ne kadar tarafsız olmaya kalkışsam da bu kadar görkem insanın duygularına başvurmasına sebep olabiliyor. Saf ihtişam. Sözlükte öldüğü sanılan birinin ortaya çıkması, geri dönmesi anlamına gelen The Revenant, 2015’in en iyi filmi.
+ Her şey
10/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder