Amerika Birleşik Devletleri, güneyinde ve iç topraklarında dönen geniş çaplı uyuşturucu ticaretinden dünyada şüphesiz en çok etkilenen ülke. Bundan muzdarip veya yarar sağlıyor değil, etkilenen diyorum zirâ ibrenin, para neredeyse daima o tarafa yönelmesi gibi kötü ünlü bir huyu olduğu bilinmektedir. Ortaya çıkan manzarada ise masum, orta-alt sınıf insanların bu kartellerden, çoğu durumda ise kartelle birlikte çalışan kirli hükûmetten çileyi çeken asıl güruh olduğu ortadadır. Sözlük anlamı kiralık kâtil anlamına geldiği filmin başında belirtilen Sicario, FBI özel operasyon timinden Kate Macer’ın gözünden hukuğun, kâğıt üzerindeki şatafatlı sözcüklerden ibaret olduğu bölgedeki savaşımını anlatıyor.
Sicario, gerçekleri seyircinin gözüne sokmadan veya herhangi kurumun propagandasını yapmadan ekranda olanı, olduğu şekilde gösteren kimliğiyle, seyircinin zihnini filmi seyrederken daha dikkatli ve saygılı olmaya davet eden filmlerden. Zamanında tartışmalara yol açan Zero Dark Thirty gibi, kartele karşı savaş dünyasındaki kargaşanın en can alıcı yerinin tam ortasına atlıyor ve sözünü sakınmayan bir film olarak ön plana çıkıyor. Kate’in gönüllü olarak bir intikâm umuduyla katıldığı kurumlararası işbirliği ile büyük adamları ağına getirmesini sağlayan, devlet destekli bir örgütün, kelimenin tam anlamıyla 7/24 mücadelesi bütün çıplaklığıyla göz önüne seriliyor. Film ilerledikçe, bu örgütün kim tarafından yönetildiği, metodlarının ne kadar doğru, yanlış veya yasal olduğu önemini kaybetmeye başlıyor. Onca ölüm ve yıkım, sadece makul zayiat olarak görülürken, kartelle savaşmanın tek çaresini, amaca giden yolda her şey mübahtır felsefesinde görüyor bu örgüt. Kahramanımız Kate, aynı bizler gibi, bitirici bir savaşçıdan ziyade her olan bitenin ahlâkî boyutunu sorgulayarak gerçek ile doğru arasındaki dengeyi koruyor. Gerçi sonlara doğru bu denge bozuluyor ve genel bir toplumsal olgu gitgide kişileştiriliyor, vasat film yazımının yan etkisi olarak...
Esasında Sicario’nun tek eksiği, bir senaryo. Atmosfer ve soundtrack çok yerinde, kurgu gerçekten iyi işlenmiş, Denis Villeneuve’nin elinin değdiği her sahneden, görüntü yönetmenliğindeki Roger Deakins’inki her kareden anlaşılıyor. Oldukça maskülin bir role bürünen Emily Blunt, yeterli bir performans ortaya koymakla birlikte Josh Brolin ve özellikle Benicio del Toro, oyunculuklarında tavan yapmalarına rağmen senaryonun karakter gelişimi ve arkaplan yoksunluğundan ötürü izle-geç etkisi yapıyor. Koltuktan kalkıldığında aksiyon soslu bir belgesel seyrettiğinizi hissetmemek elde değil, bir de anlatıcı yorumlasaydı tüm filmi, tam olurdu.
Özet olarak Sicario, izledikten sonra aklınızda binlerce defa işlenen bir gerçeklik manzarası dışında başka bir şeyin kalmayacağı, Zero Dark Thirty’nin iyi yanlarını bünyesinde barındıran, ama o iyi yanlarını muhteşem yapan malzemeden yoksun, ortalamanın üstünde bir filmimsi.
+ Atmosfer, ses, kurgu
+ Benicio del Toro, gizemli badass
+ Roger Deakins'in sinematografisi...
+ ...Johann Johannsson'ın soundtrack'i
+ Toplumsal ayna görevi...
- ...bir yere kadar
+ Toplumsal ayna görevi...
- ...bir yere kadar
- Vasat senaryo
- Aynı tema, aynı terane
7/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder