The Martian, esasında, yazılım mühendisi Andy Weir’ın parça parça kişisel web sitesinden yayınlayarak ardından bir bütüne dönüştürdüğü bilimsel romanıdır. Pek çok ödül alan ve 2014’ün sükse yaratan edebiyat yapıtı The Martian’I bilimkurgu türüne sokmak hata olacaktır –ki bunu hayatımda bir başka kitap için söyleyeceğimden ciddi anlamda şüpheliyim. Andy Weir bize öyle bir kurgu sunuyor ki sanki gerçekten Mars’ta mahsur kalmış, gerçekten yan mesleği botanikçi ve kimya mühendisi olan, gerçekten 549 sol (dünyadaki bir gün süresinden yaklaşık 40 dakika ileridedir) sonra ana gezegenine, dünyaya dönen bir astronot. Bu kurgunun yanı sıra Mark Watney’nin yaptığı her şeyi ama her şeyi, paragraflarca, sayfalarca bilimsel bir şekilde anlatıyor ve sunduğu tezleri ve önerileri teker teker kanıtlıyor. Daha çok konuşmak ister, hatta filmi yerine orijinal eser hakkında yorum yapmayı tercih ederdim fakat özet hâlinde The Martian, kitap olarak, hayatta kalma hikâyesi eşliğinde gerçek bir Mars’ta Yaşam Rehberi ve bilimin her türünden okuyucuyu ve ilgilisini mıknatıs gibi kendine çekecek bir başyapıt.
The Martian ile ilgili en büyük sorunum, Ridley Scott’ı ne kadar sevsem de bu iş için biçilmiş kaftan olmaktan uzak kalmasıdır. Böylesine genç ve enerjik, böylesine tutkuyla yazılmış bir bilimsel tez misâli romanı sinemaya uyarlayınca Ridley Scott maalesef birçok konuda sınıfta kalmakta. Öyle ki, En İyi Film dâhil yedi Oscar adaylığı almasına rağmen, yazar Andy Weir’ın aynı üzüntüyü paylaştığına adım gibi eminim, muhtemelen filmin yaptığı sükseye seviniyordur, dolayısıyla kendi cebine de hatrı sayılır bir miktar girmiştir fakat maneviyat başka bir şey. Kalbinin bir tarafında, yıllarını verdiği, her cümlesini onlarca defa düşünüp taşınması sonucunda kaleme aldığı bilimin, filmde komedi unsuru olarak kullanılmasının verdiği acıyı hissetmemek elde değil.
Scott’ın son döneminde yaptığı bilimkurgu filmlerinde kompleks bir anlatım karmaşası var. Filmlerinin kurgusu ya tutarsız, ya tekdüze oluyor; diğer bir deyişle, bir anda kasvetleşen ağır başlı 70’ler sineması izlerken, biraz sonra otuz yıl sonrasının bilimkurgu dünyasına ışınlanıyorsunuz, veya Marslı’da olduğu gibi bilimsel açıklamanın, hayatta kalma zorluğunun peşinden gitmek yerine, şaklabanlık yapan bir ana kahramanınız ve sonunun ne olacağı en başından belli olan bir müzikal komedi ile karşılaşıyorsunuz. Ağır bir itham olduğunun farkındayım ama efsane yönetmen Ridley Scott’ın The Martian için fazla kolaya kaçtığını, kitabın havasını ve suyunu filme aktarmaktan çok aciz kaldığını daima savunurum.
The Martian kesinlikle kötü bir film değil; tam aksine, Cumartesi gecelerinin şaheseri sayılacak nitelikte. Matt Damon’ın üçüncü defa geniş çaplı operasyonlarla kurtarılma çalışmasını görmezden gelirsek, oldukça orijinal, mantıklı ve işlevsel fikirleri var. Mark Watney’nin sürekli monoloğu, kitaba olduğu gibi filme de bambaşka bir samimiyet ve mizah katıyor. Cast’ı ise, 2015 için en iyi ansambl ödülünü verecek olsam gözüm kapalı oylayacağım kadar isabetli isimlerden oluşuyor. Görsel efektler malumunuz, sanatsal olaraksa kasvetli bir soundtrack’e ihtiyaç vardı fakat bunun yerine gürültülü fon müziklerinden geçilmiyor.
Kitap okuyucusunun iliklerine kadar nefret edeceği, sinema seyircisinin zevkli vakit geçireceği bir seyirlik olmaktan öteye gidemiyor The Martian. İyi tarafı, böyle bir amacının zaten olmaması. Film bir yerlerini yırtmakla uğraşmıyor, aksi takdirde yüzüne bakılmayacak kadar yavan olurdu. Ridley Scott, hataları ve eksikleriyle muhteşem bir kitabı alıp kendine olan tüm güveniyle Marslı’yı beyazperdeye takdim ediyor. Bakmayın o kadar Oscar adaylığı kotardığına, tamamen yokluktan, Ridley Scott lobisinden ve genel algıdan kaynaklanmakta Marslı'nın ödül törenlerindeki başarısı...
+ Güzel bir vakit geçirme aracı
+ Özgüveni yüksek
+ Görsel şölen
- Tarihin en kötü kitap uyarlaması olabilir
- Soundtrack eksikliği
6,5/10
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder